“Bir toplumu aydınlatmak yönetmekten zordur”





Kuvvetler Hala Ayrı Mı?!..


'Tülay ÖZÜERMAN '

Prof. Dr. '

1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16 Maddesi;  
“Hakları güvenceye bağlanmamış, kuvvetler ayrılığını sağlamamış toplumların anayasası yoktur” der.

21. Yüzyıl Türkiye’sinde kuvvetler ayrılığı konusunun tartışmaya açılmış olması, 17. yüzyılın anlayışının gerisine savrulduğumuzu anlatıyor.


Kurumsal olan yerini tek kişinin başkanlık hevesine bırakınca, kuklalaştırılan kurumlarla o tek kişinin sultasına teslim edilen rejim diktatörlükten başka bir şey değildir. Tek kişinin saltanat sürdüğü rejimlerin yerini yurttaşların saltanatını sağlamayı iş edinen temsilcilere bırakacağı savı hala inandırıcı gelmiyorsa, sorun kuvvetlerin ayrılmasında değil, kuvvetlerin işlevlerinin çarpıtılması üzerinden kuvvetlenmeye çalışanlardadır. Mevcut sistemin sınırlarını zorlamaya, sistemin özünü değiştirmeye çalışmak, mevcut rejimi engel ve sorun olarak gören, kendi sürekliliklerini rejimin dönüşmesi üzerinden sağlama bağlamak isteyen anlayışın göstergesidir. Ferdinand Lassalle’nin; “Anayasa yapmak mevcut iktidarı kağıda geçirmektir” dediği, Türkiye’nin bugünkü durumunun özetidir. Mevcut iktidarın özgürlükleri önceleyen hukuk sisteminin koruyucusu bağımsız bir yargı yerine, kuvvetler birliği anlayışını fiilden yasaya çevirme özlem ve gayretlerinin artıyor olması endişe vericidir.


Kuvvetler ayrılığı prensibi ile, devlet işlerinin yürütülmesinde etkin rol oynayan organların görevlerinin (fonksiyonlarının) belirlenmesinin ve anayasalarla tanımlanmasının amacı, siyasal partiler aracılığı ile seçilmiş temsilcilerle oluşturulan yasama ve yürütmenin sınırlarını çizmektir. Yargının bunların dışında tutulması siyasetle ilgisinin olmaması nedeniyledir ve yargıya verilen görev, yasama ve yürütmenin anayasa ve yasalarla çizilmiş sınırların dışına çıkmasının, keyfiliğe kaymasının önlenmesidir. İktidarların eylem ve davranışlarının sınırları yalnızca hukuk devletinde hukukla belirlenir.


Siyasal iktidarın sınırını anayasa ve yasaların çizdiği hukuk devleti aşaması, günümüz demokrasilerinin ulaştıkları en ileri aşamadır; başka deyişle; özgürlükler rejimi olarak bilinen demokrasinin, yurttaşlara tanıdığı hak ve özgürlüklerin güvencesi kuvvetler ayrılığı, yani yargının bağımsızlığı ilkesidir. Bağımsız yargının olmadığı yerde yurttaşların hak ve özgürlükleri güvence altında değildir.


“Devlet Ben’im” diyerek tek kişinin hükümranlığını ilan ettiği mutlak monarşilere karşı verilen mücadeleler sonucunda, halkın kendi seçtiği temsilcileri aracılığı ile egemenliğinin kullanılabilirliğinin sağlandığı yönetimlere kolay geçilmedi. Seçilenlerin seçenlerin iradesine tabi olduğu demokratik anlayış yerini, günümüz Türkiye’sinde halkın iradesinin kendisinde toplandığını düşünerek her istediğini yapabileceğini düşünen keyfiyete bırakmış görünüyor. Bu keyfiyeti uygulayanlar kadar; yanlış gidişe dur demeyen, zorluklarla var edilen göreceli demokrasiyi daha ileriye taşıyacak yerde, demokrasi üzerinden otokrasinin pazarlanmasına seyircilik edenlerin de vebali büyüktür.


Bir toplumda bir kişi öne çıkarılarak, toplumsal yaşamı, siyaseti ve hatta hukuku biçimlendirme gayretlerine girişiyor ve rejim tek kişi etrafında şekillendirilmeye çalışılıyorsa, kurumsallaşma orada sona ermiş demektir. Toplumda meşruluğun kaynağı olan “itaat”, rıza yerine, bir kişinin baskısı ile oluşuyorsa, orada özgürlükler adına mücadele etme yerini “boyun eğme”ye bırakmıştır.


Halkın gerçek iradesini yansıtan bir Meclis, egemenliğin güvencesidir; Meclis’i ele geçirerek egemen olan irade, halkın iradesinin önünde bir engeldir. Bugün Türkiye’de parlamentonun varlığına bakarak, ülkede parlamenter rejim var demek yanlış olur. Anayasaya göre kuvvetler ayrılığı vardır; ancak fiili bir Meclis hükümeti sistemi işletildiği için anayasa ve dolayısı ile kuvvetler ayrılığı esası fiilen işlemez durumdadır.
Çarpıtılmış demokrasi anlayışı ile kurumsal birikimin bir kenara itilmesi üzerinden Meclis’e egemen olan anlayışın anayasa yaparak kalıcılaşma telaşı içinde yüzyılların gerisinde bırakılmış tartışmaları gündeme taşıyor olması da tesadüf olmasa gerek. Rejimle ilgili hesaplar, yurttaşların hakları ve özgürlükleri üzerinden değil, tek kişinin nasıl güçlendirileceği üzerinden yapılıyor. “Türkiye’ye özgü başkanlık sistemi” denilen, bugün fiilen işletilen Başbakancı sistemi, Başkancı sistem olarak anayasa ve yasalarla kalıcılaştırma gayretinden başka bir şey değil.


Prof. Dr. Bülent Daver; Siyaset Bilimine Giriş (1993) adlı esrinde geleceğin devletini sorgularken; “…….Geleceğin devleti, bazı ütopyacıların rüyası olan ideal devlet, barış, teknik, bolluk ve adalet devleti mi, yoksa tamamıyla “polarize” olmuş (kutuplaşmış), her hareketin planlandığı, kontrol edildiği, gözetlendiği, Orwell’ın “1984” te tasvir ettiği “Büyük Ağabey”in totaliter devleti mi olacaktır? Bu sorulara bugün için cevap vermek olanaksızdır” diyordu.


Bugün karşımızda olan tabloda bu soruya yanıt vermek zor değil; demokrasi tramvayının dümenine geçenlerin bizleri sürüklemeye çalıştıkları zeminde özgürlüklere yer olmadığı çok açık. Otoriter özlemler, kurumları hedef alan gayretlere dönüşmüş durumda. Totaliter anlayış fiilen ve toplumu da içine çekecek şekilde “güvenlik” adı altında herkesi gözetleyen ve kontrol eden biçimi ile devrede, demokrasi ve hukuk askıda iken, mücadeleyi örgütleyeceği düşünülen kamuoyu önderleri hapisteler.


Burada önemli soru şu ki; toplumun özgür iradesi ile rızası olmayan böylesi bir duruma boyun eğmeye devam mı edeceğiz? J.J. Rousseau, “Bir toplumu aydınlatmak yönetmekten zordur” diyordu; elbette zor olanı seçeceğiz.


Yeniden anımsatmakta yarar var: bu da J.J. Rousseau’dan; “Eğer kuvveti hak, itaati de görev haline getirmeyi bilmiyorsa, toplumda en kuvvetli olan dahi sürekli üstünlük sağlayabilecek derecede kuvvetli değildir”




➽ Paylaş: