Danışıklı dövüş uzmanları! "one minute"
'Barış DOSTER '

Pek çok ülke, Suriyeli muhaliflerin oluşturduğu Suriye Ulusal Konseyi’ni bu ülkedeki tek yetkili muhatap olarak tanıdığını açıkladı. Konsey de daha cesur adımlar atmaya başladı. Muhalifleri silahlandırmak için askeri konsey kurdu. Askeri büroyu Türkiye’de açabileceğini, silahların Türkiye’den gönderilebileceğini açıkladı. CIA’ye yakınlığıyla bilinen Stratfor belgelerinde de, Türkiye’nin Suriye’de bir iç çatışmayı kışkırttığı öne sürüldü. Suriyeli muhaliflere para ve silahın yanında silahlı eğitim de veren Türkiye’nin çabalarından AB ve ABD’nin haberdar olduğu belirtildi.
Eğer bu iddialar doğru ise Türkiye’nin yaptığının ne diplomasiyle, ne uluslararası hukukla, ne iyi komşuluk ilişkileriyle, ne Müslümanlıkla, ne de Türkiye’nin köklü dış politika anlayışıyla bağdaşmadığını kabul etmek gerekir. Türkiye gibi, kendi ülkesine yönelik terör ihracından yıllar boyunca çok çekmiş, bu nedenle Suriye ile neredeyse sıcak çatışmanın eşiğinden dönmüş bir ülkenin, şimdi Suriye’nin içişlerine karışması, oradaki çatışmayı kaşıması, istikrarsızlaştırılmasına çalışması, sadece tarihten, hem de yakın tarihten ders almamakla açıklanamaz. Türkiye’nin Suriye politikası, dış politikanın en eski, en temel ilkelerinden biri olan mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesi gereğince, Suriye’ye de bizim yaptıklarımıza karşılık verme, misillemede bulunma, benzer şeyler yapma hakkı verir. Suriye gibi, geçmişte terör örgütüne açık destek vermiş olan bir devlet, şimdilerde bunca sorunla boğuşuyorken, bunca baskıya maruz kalmışken, zaten gergin olduğu Türkiye ile ilişkilerini daha da germek pahasına, yeniden terör kartına oynar mı? Bu sorunun yanıtını vermek zordur. Ancak bu karta bir kez daha oynar ise bu kez Türkiye’nin geçmişte olduğu gibi masum, mağdur ve haklı taraf olduğunu öne sürmek Ankara açısından zordur. Çünkü Ankara, Şam’daki rejime karşı açıktan tavır almıştır. Muhaliflerden yana taraf olmuştur. Suriye’de Müslüman Kardeşler örgütünü desteklemekte, iktidara gelmesi için çalışmaktadır.
Türkiye gibi, tarihi boyunca ne komşu ülkelerde ne de dünyanın başka yerinde, dahili anlaşmazlıklarda taraf olmamış, iç çatışmalara katılmamış bir ülke adına talihsiz bir durumdur bu. Başka ülkelerin bağımsızlığı, bütünlüğü, egemenliğine saygı duymayan bir Türkiye, daha saygın, daha muteber bir Türkiye olmaz, olamaz. Tam tersine daha az saygı görür. Emperyalist merkezler tarafından taşeron olarak kullanılan bir Türkiye olur. Başka ülkelerin iç çatışmalarında aktif taraf olmak, aynı zamanda bir anayasa suçudur. Kaldı ki bu durum, Suriye konusunda Ankara’dan farklı tavır takınan Rusya, Çin ve İran gibi ülkelerle de ilişkileri gerginleştirmektedir. Dahası Türkiye, Irak’tan ülkemize yönelen bölücü terör konusunda da inandırıcılığını, haklılığını yitirmektedir. Başka ülkelerin “Siz de aynısını Suriye’de yapıyorsunuz” yollu eleştirilerine zemin hazırlamaktadır. Kendi ülkesine yönelen emperyalist destekli terörle mücadele etmede başarılı olamayan Türkiye’nin çifte standart güttüğü yönünde bir algı oluşmaktadır.
Terör örgütüyle, hem de en yetkili organlar aracılığıyla müzakere etmenin, pazarlık yapmanın, terörü önlemediğini, tersine daha da cesaretlendirdiğini, elinde silahla siyasi çözüm arayanları meşrulaştırdığını göremeyenler çoktur maalesef. Bunu göremedikleri gibi, Fas, Tunus ve Mısır’da Müslüman Kardeşler ekseninde iktidarların öne çıkmasını, bu hareketlerin Türkiye’deki iktidar partisinin adını taklit etmesini de alkışlamaktadırlar. Suriye’de Müslüman Kardeşlerin güçlenmesini, Libya’daki İslamcı iktidarı sevinçle karşılamaktadırlar. Tarih bilmediklerinden, Arap dünyasındaki sorunlara taraf olmanın, Türkiye’ye yarar getirmeyeceğini de bilmemektedirler. Örneğin Mısır’da Müslüman Kardeşlerin, ABD’yle rahatça uzlaşabileceğini öngörememişlerdir. İsrail siyaseti konusunda ılımlı hale geldiğini, aksi halde ABD’den vize alamayacağını, kavrayamamışlardır. Soğuk Savaş yıllarında SSCB, komünizm ve Baas karşıtlığında ABD ile uzlaşmış olan İhvan’ın Washington ile eskiye dayanan bir hukuku olduğundan habersizdirler. İhvan’ın, Mısır’da laikliğin önemini anlatan eş başkana, “Herkes kendi işine baksın” dediğini de, çabuk unutmuşlardır.
Hamas’ın Şam’daki merkezini kapatması da, hem Esad rejiminden umudu kestiği, hem de ABD ile uzlaşmaya hazır olduğu şeklinde yorumlanabilir. Hamas’ın Ankara’da merkez açmayı düşünmesi de, bu arayışının ürünüdür. Çünkü Ankara’nın ABD politikalarının sözcüsü olduğunun farkındadır. Emperyalist merkezler de Ankara’da açılacak bir Hamas ofisini her açıdan kullanırlar. Bir yandan kendi denetimlerindeki bir merkezde açıldığı için sevinir, diğer yandan da yeri geldiğinde Türkiye’ye baskı yapmak için kullanırlar. ABD, AB ve İsrail’in terör örgütü olarak tanıdığı Hamas’a, kucak açmakla, arka çıkmakla suçlarlar Türkiye’yi. Kapalı kapılar ardında da hem Hamas ile temas kurarlar, hem de Ankara’ya baskı yapmak için bizzat Ankara tarafından kendilerine verilen bu kozun tadını çıkarırlar. Türkiye ise terör örgütü PKK’nın büro açmasına, siyasi faaliyette bulunmasına için veren ülkeler nezdinde girişim yaparken, kendi elini zayıflatmış olur.
Kimileri “one minute” çıkışının danışıklı dövüş, iyi polis- kötü polis oyunu olduğuna, gerginliğin sınırlarının bizzat ABD tarafından çizildiğine inanmayabilir.
Ama Arap dünyasının liderliğine oynayan eş başkanın, böyle bir mizansene gereksinim duyduğu artık iyice açığa çıkmıştır. Nitekim Yurt gazetesinden Yılmaz Polat’ın haberine göre (3 Mart 2012), “İsrail ile arayı düzeltmek için, Yahudi liderlerle ilişki kurmak ve bunu ABD’yle ilişkilerin ilerlemesinde kullanmak için” ABD’deki lobi kuruluşlarına geçen yıl 3.6 milyon dolar ödenmiştir.
Özetle dış politikamız, Arap Baharı sonrasında, iyice Arap saçına dönmüştür.
.