'Babalar gibi satınca..'
Babalar Gibi Satanlar ve Cumhuriyeti Savunanlar
'Barış DOSTER '

“Babalar gibi satan” bakan rahatsızlandığında, kalp ameliyat olması gerektiğinde, Hacettepe’yi, Çapa’yı, Cerrahpaşa’yı, Ankara Numune’yi, Haydarpaşa’yı, Siyami Ersek’i de istememişti zaten. Önünde kocaman ABD bayrağı bulunan tişörtle gezen eşi, “Rabbim Cleveland dedi” diye buyurmuştu, eşinin ameliyat olacağı hastane için. Karı kocanın söz ve eylemleri, istikamet ve uygulamaları örtüşüyor, birbirini bütünlüyordu. Aile saadeti bu olsa gerek.
O maliye bakanı, her anlamda Turgut Özal ekolündendi. 1961 anayasasının ürünü olan Devlet Planlama Teşkilatı’ndan yetişen ama planlamadan nefret eden Özal gibi bakardı, hayata, ekonomiye, Cumhuriyete, ABD’ye. Dışa bağımlı ekonomi modeliyle, sadece büyümeyi öncelerdi. Kalkınmayı aklının ucundan bile geçirmezdi. Üretimle, istihdamla, ihracatla, iktisadi dışsallıkla, ileri teknolojiyle, refahın tabana yayılmasıyla, adil bölüşümle, hakça paylaşımla, sosyal devletle arası hiç iyi değildi. Cumhuriyetin yaptığı her şeye karşıydı. Sadece toplum anlayışına, dünya görüşüne değil. Ekonomik felsefesinden de, yurttaşlık bilincinden de haz etmezdi.
Türkiye, 1961 Anayasası ile hayatımıza giren planlama kavramını unutalı çok oldu. Kamuculuk ve planlama olmaksızın, Cumhuriyetin yaşaması olanaksız olduğu için, süreç içinde sadece planlama değil, ülkemizin en parlak kadrolarının yetiştiği Devlet Planlama Teşkilatı da içi boşaltılarak, fiilen tasfiye edildi. Oysa yıllarca ülkeyi yönetenlerin yetiştiği önemli kurum ve ekollerden biriydi planlama, hesap uzmanları kurullarıyla, teftiş heyetleriyle birlikte.
Henüz farkına varmadık. Ama Demokrat Parti’nin meşhur sloganı olan “Bize plan değil, pilav lazım” sözüne kanmanın bedelini ağır ödedi halkımız. Bir zamanlar dünyada kendi kendisine yeten, kendi kendisini besleyen 7 ülkeden biri olarak öne çıkan ülkemiz, et ithal eder, pirinç ithal eder, pamuk ithal eder, buğday ithal eder, saman ithal eder hale geldi. Milli Mücadele sonrasında 3 beyazı üretmekle işe koyulan, kendi kendine yetmeyi hedefleyen Cumhuriyet gözden düşünce, yurdumuz sadece iktisadi olarak değil, siyasi ve askeri olarak da bağımlı oldu emperyalizme.
Kamuculuk ve planlama olmadan büyümenin istikrarlı olamayacağını göremedik. Sürdürülebilir, hızlı, dengeli büyümenin mümkün olmadığını anlayamadık. O nedenle Türk ekonomisi için mümkün ve gerçekçi olan sürdürülebilir büyüme hızını istikrarlı bir şekilde yakalayamadık. Uzun dönemli büyüme hızımızın ortalama yüzde 5- 5.5 olması da bunu kanıtladı zaten. Kamuculuk ve planlama olmaz ise yüksek büyüme hızı yakalansa dahi, büyümenin tabana yayılamayacağını, büyüme hızının sürekli, kalıcı olamayacağını kavrayamadık. Büyümeyi konuşurken kalkınmayı konuşmadık. Türk ekonomisinin yatırım, birikim, tasarruf gücünün ve dünya konjonktürünün Türkiye’nin ikinci bir Çin mucizesi yaratmasına olanak tanımadığını göremedik.
Ekonomik krizin küresel ölçekte etkisini sürdürdüğü bir dönemde kendimize sormak gerekir: Bizim için yılda ortalama yüzde 8- 9 oranında büyümek, bunu uzun yıllar sürdürmek olanaklı mıdır? Bu amaçla ülke içinde sağlanan tasarrufun ve dışarıdan gelen yabancı sermayenin çok yüksek olması gerekmez mi? Bu ikisinin toplamı, milli gelirin üçte birine ulaşmazsa, Türkiye’nin yüzde 8-9’larla istikrarlı biçimde büyümesi mümkün değildir. Bu büyüme oranını yakalasa bile, yatırımların verimliliği konusunda sıkıntı yaşaması kuvvetle muhtemeldir. Dahası, hızlı büyüme döviz krizine ya da yüksek enflasyona da neden olabilir.
Daha açık yazalım. 60 yıllık büyüme ortalaması yüzde 5 düzeyinde olan ülkemiz, çok hızlı büyüdüğü yılların ardından kriz yaşamıştır. O yüzden ortalama büyüme hızı çok yüksek olmamıştır. Zira büyüdüğü yıllarda sağlıksız büyümüş, yerli kaynaklarla finanse edilemeyecek kadar hızlı büyümüş, sonrasında da döviz darboğazına, borç krizine girmiştir. Enflasyon fırlamıştır. Dahası, büyürken bile istihdam yaratmayan yani istihdamsız büyüme hastalığına yakalanan Türkiye, ekonomik, siyasi, diplomatik, askeri baskılarla mücadele etmekte de zorlanmıştır. Ekonomi, özellikle 1980 sonrasında sanayi sermayesiyle değil, spekülatif sermayeyle, rant- repo- faiz- borsa- döviz sermayesiyle, tefeci sermayeyle anılır olmuştur. Üretici, yatırımcı sermaye yapısı değil, siyaset ve mafyayla iç içe geçmiş, yağma ve talandan beslenen, merkezde ve yerelde korunan, kollanan, kayırılan, avantacı bir sermaye yapısı öne çıkmıştır.
Türkiye, 1995 yılında davul zurna eşliğinde imza attığı ve 1996’dan bu yana içinde olduğu Gümrük Birliği’nin neden olduğu zararı da yeni yeni fark etmeye başlamıştır. O zaman bu imzayı destekleyen TÜSİAD çevresinin şimdi “İyi ki AB üyesi değiliz” demesi, Gümrük Birliği’nden yakınması, istihdamı düşürüp, işsizliği artırdığını belirtmesi, ülkemizde burjuvazinin de, sınıfsal konumundan beklenen ufka, uzak görüşlülüğe yeterince sahip olmadığını göstermektedir.
Batılı, merkez, kapitalist ülkeler için üretim yapan tedarikçi bir ekonomi olan Türkiye’de burjuvazinin Batının acentesi olması, komprador karakterli olması, fason, tapon üretim yapması, montaj sanayi olmayı kabul etmesi doğaldır. Ama kendi boyuna bakmaksızın, devlet kapasitesini bilmeksizin, bölgesel güç olacağını düşünmesi, bölgedeki pazar, hammadde kavgasında öne çıkabileceğini sanması doğal değildir. Gerçekten burjuva karakterine, aklına ve gerçekçiliğine sahip olan bir sınıfın, değil bölgesel güç, alt emperyal bir güç olmak için bile gereken asgari birikimden, kuvvetten yoksun olduğunu görmesi, bilmesi gerekir.
Şunu da anımsatalım: Zengin ülkeler ulaştıkları güce hem korumacı duvarların arkasına sığınarak hem de ulus aşırı sömürüyle, yağmayla, talanla ulaşmışlardır. Şimdi geri kalmış ülkelerden özelleştirmeye hız vermelerini, gümrük tarifelerini indirmelerini, korumacılıktan uzak durmalarını istemektedirler. Yani kendi yaptıklarının tam tersini önermektedirler, dayatmaktadırlar. Küreselleşmenin hem ülkeler arasında, hem de ülkelerin kendi içinde eşitsizliği, adaletsizliği, gelir dağılımı uçurumunu körüklediğini çok iyi bilen emperyalist ülkeler, azgelişmiş, çevre ülkelere hem kendileri çullanmakta, hem de emperyalizmin aracı kurumları olan uluslararası örgütler eliyle baskı yapmaktadırlar.
O nedenle Cumhuriyetçi uyanışın öne çıktığı bir süreçte, Cumhuriyetçilerin, tam bağımsızlığın temeli olan ekonomiye daha çok kafa yorması, kalkınmayı, planlamayı, kamuculuğu, halkçı ve devletçi iktisadı gündemlerine alması zorunludur.
İlk Kurşun