İşin özeti, ihanet çeteleri işbaşında..
İHANET ÇETELERİ, TERÖRİSTLERLE,
CONİ’LERLE KOL KOLA…
'Ali ERALP '
Sevgili okuyucularım, Cumhuriyet düşmanı şeriatçı, bölücü, neoliberal takımın pisliklerini daha iyi anlatabilmek için, yakında yayınlanacak olan kitabımdan aldım bu makaleyi.
Liberal – şeriatçı – emperyalist çetenin, BOP planı çerçevesinde, Ortadoğu’yu parçalama ve Kürdistan planları ta 90’lı yıllara uzanmaktadır. Sabrınıza sığınarak, yazıyı sonuna dek okumanızı rica ediyorum. (A.E)
Gerici feodal düzeni yıkan kapitalizm, emperyalist aşamaya geçince aydınlanmacı, ilerici özelliğini yitirdi.
Sömürgeci, işgalci bir nitelik kazandı. Gözünü Ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerine dikti.
Dünyanın başına bela kesildi.
Birinci ve İkinci Dünya savaşları, birer paylaşım savaşıydı. Gelişmiş ülkeler, dünyayı bölüşme kavgasına girişmişlerdi.
Emperyalistlerin bu sömürgeci politikaları 1917 Ekim İhtilalı ve 1923 Kemalist devrimle kesintiye uğradı.
İkinci Dünya Savaşından sonra ise yeryüzü ABD ve SSCB’nin oluşturduğu iki kutuplu bir yapılanmaya dönüştü. NATO ve Varşova paktı, uluslar için bir denge unsuruydu. Bu nedenle ABD, o yıllarda bugünkü kadar pervasız, saldırgan değildi.
1990’larda Sovyet’lerin tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte ipin ucu Amerika’ya geçti ve o, “Yeni Bir Dünya Düzeni” kurabilmek için kolları sıvadı.
Amerika, Sovyetler gibi yeni bir süper güçle bir daha karşılaşmak istemiyordu artık. Elini çabuk tutup “küresel önderliği” almak amacındaydı.
Dünyanın tek egemen gücü kendisi olmalıydı.
Uygulanmak istenen bu programın başında ise Paul Wolfowitz, Dick Cheney, Donald Rumsfeld, Abramowitz vardı.
ABD’nin bu şahinler takımı, 2000 yılında emperyalizmin yol haritasını şu sözlerle belirlemişti:
“Soğuk Savaş sonrasındaki on yıllık süre içinde… Neredeyse her şey değişti. Soğuk Savaşın dünyası iki kutupluydu. 21. Yüzyılın dünyası ise –en azından şu anda- kesinlikle tek kutuplu ve Amerika dünyanın tek süper gücü konumunda.
Amerika’nın stratejik amacı Sovyetler Birliğinin güçlenmesini engellemek olagelmişti; bugün ise görevimiz, Amerika’nın çıkarlarına ve ideallerine uygun güvenli bir uluslararası ortamı korumaktır.” (Rebuilding America’s Defences, World Socialist Web Site)
Bu yayılmacı, sömürgeci program, Büyük Ortadoğu Projesi “BOP” ile uygulamaya konuldu.
Emperyalizmin 21. yüzyıldaki eylem alanı, başlangıç noktası Ortadoğu’ydu.
İşe Afganistan ve Irak’tan başladı.
Petrolünün yarısını dışarıdan alan Amerika için, enerji ve petrol zengini Irak yenilip, yutulacak tatlı bir lokmaydı.
Tek kutuplu bir dünyada engelsiz, rakipsiz kalan ABD, nükleer ve kimyasal silahlar bulundurduğu gerekçesi ile Irak’ı işgal etti.
Ama işgalin asıl hedefi, Ortadoğu’nun tümüne egemen olmaktı. Çünkü o, 24 ülkenin sınırlarını değiştirme hedefini önüne koymuştu. Büyük Ortadoğu Projesi, ABD’nin tüm dünyayı yönetme, yönlendirme saldırılarına açılan bir kapıydı.
Elbette hedefte Türkiye de vardı.
Yurdumuz coğrafi ve stratejik yapısı nedeniyle yüzyıllardan bu yana emperyalizmin ilgi odağındadır.
ABD ülkemize 1947’de Truman Doktrini ile girdi ve 1950’lerden sonra, Menderes iktidarı onunla can ciğer, kuzu sarması oldu.
O yıllarda Politikacılarımız yurdumuzu “Küçük Amerika” yapabilmek için can atıyorlardı.
Halkımız bu yönlendirmelerin de etkisiyle, ABD’ye büyük bir hayranlık besliyordu. Uğruna şarkılar besteliyor, türküler yakıyordu. Küçük, tek katlı bahçeli evleri, filmleri, aşkları, arabaları ile Amerika ulaşılmak istenen uzak bir cennet gibiydi.
Bu arada ABD, yığınların önüne “dincilik” unsurunu çıkarmayı, onların bilincini boş inançlarla doldurmayı da unutmuyordu.
Yurdumuzda estirilen bu ılık Amerikan rüzgârı, halkımızın beynini uyuşturmak için kullanılan bir kültür emperyalizmiydi.
1950’lerden sonra Atatürk Devrimleri, laiklik, tam bağımsızlık anlayışı bir kenara bırakıldı. Tekkeler, tarikatlar birbiri ardı sıra yeniden açılmaya başlandı. Yerden biter gibi çoğalan İmam Hatip okulları ile “Tevhid-i Tedrisat” (Öğretim Birliği) yasası ayaklar altına alındı.
Atatürk’ün kapıdan kovduğu gericilik, şeriatçılık, emperyalizm bacadan ülkemize yeniden girdi.
12 Mart,12 Eylül darbeleri ve 2002’de AKP’nin iktidar olması ile vatanımız, ABD ve AB’nin “Yolgeçen Hanı”na döndü. Girişler, çıkışlar; Amerika’ya gidip gelmeler arttı. Karşılıklı çıkarlar, hizmetler, görevlendirmeler gündeme geldi.
Kürt açılımlarının temelleri 96’da atıldı
20 Ekim 1996′da Aydınlık dergisi manşetten şu haberi veriyordu:
“Abramowitz Tayyip’i, Erbakan’ın yerine hazırlıyor.”
O zaman “bir komplo teorisi” gibi değerlendirilen bu haberin doğruluğu yıllar sonra kanıtlanmıştı.
ABD, gözüne kestirdiği, kullanmak istediği kişilerle aylar, yıllar öncesinden diyaloga giriyor, ön hazırlıklar yapıyor, daha sonra da onları ülkesine çağırarak, kendisine nasıl hizmet vereceğini ayrıntıları ile anlatıyordu.
Kapalı kapılar arkasında gizli tertipler, gizli hedefler belirleniyor, turuncu darbe planları yapılıyordu. Bu anlaşma çerçevesinde Kıbrıs, Kuzey Irak, Ermeni ve Kürt açılımları konusunda sözler verilmiş, sözler alınmıştı.
Ortam uygun bulununca da verilen sözler yerine getirilmeye çalışıldı.
Ne var ki, halkımız, başlangıçta, Amerika’nın önerdiği Kıbrıs Çözümünü, Kürt ve Ermeni Açılımlarını pek tutmadı.
Bir ara, ABD düşmanlığı anketlerde yüzde 80 – 85’lere ulaştı. Bir de bütün bu açılımların üstüne işsizlik, yoksulluk, özelleştirme, talan açılımları eklenince işçiler, memurlar, öğretmenler, köylüler ayağa kalktılar.
Direnişler başladı. Halk meydanları doldurdu. Ama bu eylemler karşısında polisin yanıtı da çok sert oldu. PKK hainlerine uygulanmayan baskı, şiddet, zulüm, ekmek kavgası veren yurtsever insanlarımıza uygulandı.
İnsanlar olaylar karşısında öfkeliydi. Umutsuzdu. Geleceğini karanlık görüyordu.
Ayrıca, anketlere verilen yanıtlarda muhalefet güç kazanıyor, AKP oy yitiriyordu. AKP’nin gelecek seçimlerde iktidarı tek başına alması giderek zayıflıyordu.
ABD ve yerli ortakları telaşa kapıldılar.
Yeni can simitleri, yeni Truva atları bulmalıydılar. Halkın direnişini, tepkisini başka kanallara yönlendirmeliydiler. Yeni aktörler, yeni yıldızlar keşfedilmeli, yeni partiler, gruplar, yeni bir muhalefet oluşturulmalıydı ki, gelişen halk muhalefeti parçalansın, bölünsün, sandıktan yine Amerikancı iktidar çıksın.
Bu amaçla Soros’lar, Bilgi Üniversiteleri, Amerikan vakıfları ve CIA planlar, tertipler hazırlamaya başladılar.
Türkiye’nin başına “Sivil Örümcek Ağları” örmek için kolları sıvadılar…
Hedefte Türk medyası vardı. Önce basın, televizyonlar ehlileştirilmeli. Yola getirilmeliydi.
Osmanlının son dönemlerinde olduğu gibi, Türk medyası yeniden “Mütareke Basını”na dönüştürülmeliydi…
İhanetin öteki adı: mütareke basını ya da yandaş medya…
“Mütareke” ateşkes anlamına gelir.
Osmanlı devletinin yenilgisi ile biten Birinci Dünya Savaşının sonunda “Mondros Mütarekesi” imzalandı.
Silahlar bırakıldı.
30 Ekim 1918’de yapılan bu antlaşmadan sonra düşmanlar 6 Ekim 1923 tarihine kadar İstanbul’u beş yıl işgal ettiler.
Bu döneme “Mütareke İstanbul’u” denir.
Bu dönem içerisinde emperyalist güçlere karşı Kurtuluş Savaşını başlatan Mustafa Kemal’i ve Kuvayi Milliyeyi engelleyebilmek için elinden geleni ardına koymayan ve İstanbul Hükümetinin yanında yer alarak, sömürgeci devletlerle işbirliği yapan yazar çizer takımına ise “Mütareke Basını” adı verilir.
Kısaca “Mütareke Basını” ihanetin öteki adıdır. Günümüzde ise bu görevi “yandaş medya” üstlenmiştir.
Mütareke Basını, Alemdar, Peyam-ı Sabah, Köylü, Ferda, Sabah, Aydede, Peyam gibi gazete ve dergilerden oluşuyordu.
Mütareke Basınından söz açılınca ilk anımsanan kişi ise Ali Kemal’dir. Bir ihanet simgesidir o. Sonra Ref’i Cevat Ulunay, Refik Halit Karay, Ahmet Emin Yalman, Rıza Tevfik, karikatürist Rıfkı, namı diğer “Hain Rıfkı…” gibi adlar gelir.
Kurtuluş savaşının zaferle bitmesinden sonra tümü de yurt dışına kaçmış, çoğu yabancı topraklarda can vermiştir.
Ref’i Cevat Ulunay, Refik Halit Karay gibi bazı yazarlar ise, 1938’den sonra çıkarılan aftan yararlanarak yurda dönmüşlerdir.
Mütareke basınının tüm yazarları ve çizerleri, sanatlarını Ulusal Kurtuluş savaşını ve önderlerini kötülemek, onları halkın gözünde küçük düşürmek için kullanmışlardır.
Emperyalistlerin ülkemizi teslim alıp, yönetimi ele geçirmelerini, günümüzde olduğu gibi, bir kurtuluş yolu gibi göstermişlerdir halkımıza.
Bu ihanet çetelerine göre millicilik ve milliyetçilik bulaşıcı bir hastalık gibi tehlikelidir ve ülkemizin başını belaya sokmaktadır.
Eğer Mustafa Kemal ve çevresindekiler bağımsızlığı, özgürlüğü savunmasalar, silahlı mücadeleye girmeselerdi, ortalık güllük gülistanlık olacak, her şey kendiliğinden düzelecek, halk huzura kavuşacaktı
Kuvayi milliyeciler işgal güçlerine karşı koyup, direndikleri için emperyalistler Türkiye’yi terk etmiyorlardı.
23 Mart 1920 tarihli Alemdar gazetesinde ülkemizi işgal eden Yunanlılarla iyi geçinmemiz isteniyordu:
“İdrak edilmelidir ki, Yunanlılar ne kadar ebedi düşmanımız olursa olsun bugünkü galiplerimizin bir müttefikidir, onlara karşı yapılacak hareket, İtilaf devletlerinin kırgınlığına sebep olur…”
Bu konuda bir bildiri yayınlayan Vahdettin de “Milli mücadeleye atılanlar yüzünden, Avrupa’nın sempatisini kaybettiğimizi, bu hareketin işgallere sebep olduğunu, barış için bu davranışlardan vazgeçilmesini…” istiyordu.
Kurtuluş Savaşının başarıya ulaşamayacağını söyleyenlerin başında Ref’i Cevat Ulunay geliyordu. Ancak İngilizlerin yönetimi ve idaresi altında Türkiye’nin gelişeceğini, ilerleyeceğini savunuyordu.
O, İngilizleri istiyordu.
Yalaka basın
Onların bugünkü izleyicileri, mirasçıları, yani 2000’li yılların Mütareke Basını ise “Amerika’yı istiyoruz, AB’yi istiyoruz, AB’li olalım, onlar elimizden tutacak, bizi kurtaracak” diye yırtınıyorlar.
Tam bağımsızlık yanlısı ulusalcılara, yurtseverlere, orduya saldırıyorlar.
Yandaş medyanın Mütareke Basını ile en belirgin ortak yanı, sömürgeci güçleri yüceltip, vatan ve Türk kavramlarını küçümsemek, Kemalistlere düşman olmaktır.
Örneğin, ihanet belgesi Sevr Antlaşmasında imzası bulunan Rıza Tevfik’e göre “Türk’ün asırlar boyu, bileğinde salladığı kılıcından başka övünülecek…” hiçbir şeyi yoktur. “Onlar, İstanbul’da oturmalarını bile düveli muazzamanın (büyük devletlerin) İslam’a duydukları hürmete borçludurlar…”
Günümüzün yandaş basını da onunla aynı dili kullanmaktadır ve aralarında şaşılacak bir benzerlik vardır:
”Türkiye Türkler tarafından yönetilemeyecek kadar stratejik öneme sahiptir…” demektedir bir yeni mandacı.
Bir başkası ise şunlar söylüyor:
“Ne mutlu Türküm dersen, o da ne mutlu kürdüm, der. Türklük yerine Türkiyelilik bilinci yerleştirilmelidir…”
Bir iki televizyon, gazete, derginin dışında bugün tüm medya AKP’nin hizmetinde kurşun askerler gibi görev yapmaktadır.
Bu basın organlarında çalışanların büyük bir çoğunluğu kalemlerini AB’ye, ABD’ye ve işbirlikçilerine kiralamış ya da satmış durumdadırlar.
Ne yazık ki günümüzde medya, mesleği gazetecilik olmayan büyük patronların eline geçmiştir. Onlar AKP ile çıkar birliği içerisinde, bütünleşmiş, kaynaşmış, “yekvücut” olmuşlardır. Aynı kaderi paylaşmaktadırlar.
1938’den sonra işbaşına gelen Cumhuriyet hükümetlerinden AKP’nin farkı işte buradadır.
O, kendi yargısını, kendi basınını, kendi kadrolarını oluşturmuştur.
Hedefine ulaşabilmek için önce sessiz ve derinden, “takıyye” yöntemi ile çalışmış, sonra ortamı elverişli bulunca gerçek yüzünü, gerçek amacını saklamaya, gizlemeye gerek duymadan ulusalcı kişilere, kuruluşlara, örgütlere, orduya, yargıya pervasızca saldırı başlatmıştır.
Saldırı devam etmektedir.
Yeni bir Sevr ve Kürdistan
Saldırının hedefinde Türkiye’nin bölünmesi, parçalanması, eyaletlere ayrılması ve yeni bir Sevr vardır.
Kürdistan vardır.
Amerika ve AB ile birlikte yıllardan beri hazırlanan, kotarılan plan nihayet ortaya çıkmıştır:
Kürt kimliğinin tanınması, Kürtçenin resmi dil olması, Apo’nun ‘siyasal lider’ konumuna getirilmesi…
Yeni Kürdistan haritaları ortalarda dolaşmaya başlamıştır.
Bundan böyle artık, İmralı’daki terörist başı, yüce Türkiye Cumhuriyetine “yol haritası” çizecek. Ona yön verecektir…
Şehit analarının yüreği yanıyor.
Şehit anaları bu ihanet tablosu karşısında feryat ediyor.
İstanbul Şehit Anneleri Derneği Başkanı Pakize Akbaba, tepkisini şöyle dile getirdi:
“Başbakan Erdoğan, uçurumdan aşağı inmek için basamakları çok sağlam şekilde hazırladı. Bunun ucu zaten Öcalan’a gidiyordu. Öcalan’ı ve PKK’yı siyasi kimliğe büründürdüler, adam yerine koydular. Artık kimse kanmıyor bunlara. Eğer şimdi de katil Öcalan’ı muhatap alırlarsa, yazıklar olsun onlara.
İçimiz yanıyor. Biz bugünler için mi şehit verdik?”
Pakize Akbaba:
“Ülkesinin birlik ve bütünlüğünü savunan herkes bu davaya katılmalı ve üzerine düşeni yapmalıdır. Bunlara karşı tepkimiz çok büyük olacak. Tepkimizi Ankara’da göstereceğiz” dedi.
Öcalan’la “yol haritası”nın çizilmesi, onun “muhatap kabul edilmesi”, yani terörist kimliğinin kaldırılıp ona “siyasal bir kimlik” kazandırılması pek de yabancısı olduğumuz bir konu değil.
Aydınlar, yurtseverler yıllardan beri bu konuya dikkat çekiyor, uyarıyor, önlem alınmasını istiyordu.
İşte o gün gelip çattı…
Kapalı kapılar arkasında ABD ve AB ile hazırlanan çalışmalar bugün gün ışığına çıktı. Taraflar zamanın geldiğini, koşulların olgunlaştığını düşünmektedirler.
Gerçekten de onlar için ortam iyi!
Elverişli.
Yurtseverler içeride, bölücüler dışarıda.
Ordu ve yargı yoğun ateş altında. Dinci, bölücü, liboş takımı saldırıya geçmiş. Ordu ve yargı savunmada…
Liberal solcuların ve siyasal İslamcıların sözlüğünde emperyalizm yoktur
Şunun bilinmesi gerekir. Liberal solcuların ve siyasal İslamcıların sözlüğünde emperyalizm yoktur. Sömürge, sömürgeci, bayrak, vatan, ulus devlet, birlik – bütünlük kavramları da yoktur.
Peki, ne vardır?
İşbirlikçilik vardır.
Çıkarcılık vardır.
İhanet vardır.
Tarihin her evresinde ve döneminde bunu görmek mümkündür.
Küresel solcular, nam-ı diğer “liboşlar” kozmopolit, yozlaşmış kültürün; siyasal İslamcılar feodal, Ortaçağ kültürünün temsilcileridirler.
Birisi ümmetçi, ötekisi neoliberaldir.
Ama her ikisi de uluslar arası sermayeden yanadır. Her ikisi de Allah’ın ipine sarılır gibi, ABD’ye ve AB’ye sarılmıştır. Uygarlığın, demokrasinin Batı’dan geleceğine inanırlar.
Batı’yı bir kurtarıcı gibi görürler.
Günümüzün emperyalizm şakşakçıları bakın neyi savunmaktadırlar, okuyalım:
“…Burjuvazinin, halkın ve dünyanın istekleri tarihte belki de ilk defa üst üste çakışıyor…
Bundan 20 yıl önce ‘kahrolsun’ diye bağırdığımız Amerika şimdi ‘Türkiye demokrasi’ye geçsin’ diye baskı yapıyor.
Şimdi Amerika’ya neden karşı olacağım… Bağımsızlık kavramının tümüyle ortadan kalkması gerektiğine inanıyorum. Bu dünyanın en tehlikeli kavramlarından biri” (Aktüel, 1 Şubat 1996, Ahmet Altan)
Halil Berktay da onunla aynı görüşte:
“…Sol, herhangi bir yaratıcı yanıt getirecekse, öncelikle kendisini, globalleşmeye 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başlarının sistemleştirilmiş antiemperyalizminin optiğinden bakmaktan kurtarmak zorundadır…” (Küyerel Düşünce Grubu s. 82 Halil Berktay)
Yoruma gerek yok. Her şey açık ve net. Ortada.
Onlara göre artık sol,19. ve 20. yüzyılın antiemperyalist bakış açısını terk etmeli, küreselcilerin, emperyalistlerin penceresinden dünyayı izlemelidir.
Kendisini sömürgecilerin koruyucu, kollayıcı kollarına bırakmalıdır.
Çünkü emperyalizm günümüzde nitelik değiştirmiştir. Daha insancıl olmuştur.
Şimdi o, demokrasi yanlısı, insan hakları savunucusudur.
Saldırgan emperyalizm gerilerde, 19.uncu, 20.yüzyılda kalmıştır. Günümüzün sorunu değildir. Onun için, emperyalizm ne diyorsa yapılmalıdır. “Kürdistan” diyorsa Kürdistan, Kürt kimliği diyorsa Kürt kimliği kabul edilmelidir. Çünkü bunlar demokratik gelişimlerdir…
Fiili muhatap: Öcalan (!)
Gerçekler bu denli açık ve net ortada iken bir yeni liberal(!) solcu şunları söyleyebilmektedir:
“Türkiye’ye küresel bir rol önermekle kalmadı ABD Başkanı… “Biz değiştik, değişiyoruz. Siz de değişmeye devam etmelisiniz” demekle, Türkiye’nin bu küresel rolün hakkını verebilmesinin koşulunu da gösterdi…” (Taraf gazetesi, 20.05.2009)
Peki, bu “küresel rolün hakkı” nasıl verilir? Bunun için hangi “optik”ten bakma zorunluluğu vardır?
Ulusal optikten mi, emperyalizmin optiğinden mi?
Elbette, “emperyalizmin” optiğinden.
Emperyalizmin optiğinden bakınca, işte o zaman Yasemin Çongar’lar ortaya çıkmakta ve şöyle konuşmaktadırlar:
“Lâfı dolandırmadan söyleyeyim; devlet, barışçı çözüm için Öcalan’ı muhatap alması gerektiğinin farkında.
Ve bu, dün de bu sütunda yazdığım gibi, “resmen” değil, “fiilen” gerçekleşecek.
Öcalan 1999’da yakalanıp Türkiye’ye getirildiğinden beri, devletin “resmî” olmasa da “fiili” muhatabıdır ve şimdi bu karşılıklı ilişki, yine fiilen, barışçı çözüm arayışının en önemli vektörlerinden biri haline gelmiştir.” (23.07.2009, Taraf gazetesi)
TDK nasıl açıklıyor bu ”vektör” sözcüğünü, bir de onu görelim şimdi:
Büyüklüğü ile yönü olan nicelik. Yazarın ne demek istediği belli… “Büyüklüğü ile niceliği olan Öcalan…”
Kırk bine yakın insanın ölümünden ve binlerce gazinin varlığından sorumlu Öcalan, büyüklüğü ile niceliğe sahip olan Öcalan, “yol haritası” çizecek, barışçı (!) çözümü sağlayacak!”
Halkın, ulusun, vatanın zor koşullar içerisinde bulunduğu dönemlerde kahramanlar da çıkar, hainler de…
Bugün sevgili vatanımız dıştan ve içten bir kuşatma altındadır… İçerideki hainlerin desteği ile ülkemiz emperyalizm tarafından parça parça, lime lime edilmek istenmektedir.
İhanet çeteleri işbaşındadır. İhanet açık seçiktir. Ortadadır. İşin özeti budur…
İlk Kurşun