Aslan postuna bürünen eşekler...
Katırın Soyu
Feza TİRYAKİ
(Hayvan öyküleri sever misiniz?)
Pek övüngen bir katır vardı. Köyün imamının katırı. Katır, hep kısrak
anasından anlatırdı. Her önüne gelene, “ Benim anam…” diye annesini anlatmaya
başlardı. Soyunu, soyundan gelen kısrakları bıkmadan usanmadan över, kendi
kendine kibirlenir, kimseleri beğenmezdi. Derken sahibi yeni bir katır aldı, onu
dönen dolaba bağladı. Dolap beygiri görevi verdi.
Olduğu yerde durmadan dönmeye başlayan, yorgunluktan canı çıkan, artık
kimselerle de görüşemeyen, konuşamayan katırın aklına, işte ancak o zaman babası
“eşek” geldi.
(Kimse ben ney mişim, ne büyük müşüm diye hayallere dalmasın. Bir gün
düştüğünde aslının ne olduğunu pek iyi anlar.)
Rakı var mı rakı?
Akşamcı bir adam vardı. Karısı bundan pek şikayetçiydi. Bir akşam adam,
içkiyi fazla kaçırdı. Bağırıp çağırdı, ortalığı kırdı döktü, sonra sızdı. Karısı
aldı onu duvardaki gömme dolaba kapadı. Üstünü kefen niyetine beyaz bezle örttü.
Başucuna bir de kandil yaktı. Fırsat bu fırsat belki korkar da ölümden, tövbe
eder içmekten diye düşündü.
Gecenin bir yarısı adam uyandı. Sandı ki öldü, kefene sarılı, ölüsünün
kandili de yakılı.
Başını kaldırdı, dolabın aralığından baktı. Bir kadın (kılık değiştirmiş
karısı), zebani kılığında, ocakta helvasını pişiriyor.
Seslendi: “Ne o? Kimsin sen?” Kadın: “ Cehennemin yemekçisiyim. Helvanı
pişiriyorum. ” dedi. Adam kızdı: “Helva melva istemem. Rakı var mı rakı?”
(Birini değiştirmek pek zordur. Huylu huyundan geçer mi diye boşuna mı
derler. Değiştim, yeni gömlek giydim lafları hep palavradır. Can çıkar huy
çıkmaz!)
Kurtla köpek
Bu aslında günümüzün bir öyküsüdür. Köpeklerin semirdiği, kurtların açlıktan
bir deri bir kemik kaldığı…
Bir kurtla köpek yolda karşılaşmışlar. Kurt köpeğe saldıracak saldırmasına
da, karşısındaki köpek öyle böyle bir köpek değil. Köpek besili mi besili.
Tüyleri yaldız yaldız, bacakları etli, karnı tokluktan patlayacak kadar şiş…
Böyle bir köpeğe nasıl saldırsın?
Kurt derseniz ormanda açlık çeker, bir deri bir kemik kalmış, avurdu avurduna
çökmüş, sırtı böğrüne yapışmış, güçsüz kalmış, ince bacaklarıyla dolaşıp
durur…
Kurt şaşırmış köpeğin bu güçlü haline, alttan almış, sormuş:
“Arkadaş bu ne güzellik, bu ne rahatlık? Sen hiç açlık çekmez misin? Bir
lokma ekmek uğruna benim gibi gece gündüz koşturmaz mısın?”
Köpek kırıtmış: “Kurt kardeş, sen de benim gibi yapmalısın. Rahatına bakmalı,
yan gelip yatmalısın. Sahibin sana bakar. Her gün önüne konur, tepsi tepsi
börekler, etler, kızartmalar…”
Kurt: “Peki ne iş yapacağım? Ne yapacağım da böyle bir rahata
kavuşacağım?”
Köpek: “Yapacağın iş çok kolay. Sahibinin sesi olmak. Sahibinin kapısında
gelene geçene ürümek. Bir de sahibine yaltaklık ederek hoşa gitmek, kuyruk
sallamak, kime ürü derlerse ona ürümek.”
Kurt: “İşin çok kolaymış. Bunu ben de yaparım. İki kuyruk sallamak, bol bol
ulumak!..”
Kurt sevincinden bayram etmiş. Anlaşıp birlikte yola düzülmüşler. Yolda
kurtun gözü köpeğin boynuna takılmış.
“ Arkadaş nedir o boynunun hali? Derin bir yara izi, kanlı, üstü
kabuklu?”
Köpek, omuz silkmiş:
“ Önemli bir şey değil!”
Kurt üstelemiş: “Peki neden yaran kanlı, hem de böyle kurumayan kalın
kabuklu?”
Köpek mecbur kalmış doğruyu demeye:
“ O yara izi tasmanın yerinde oluştu. Tasma takarlar boynuma, beni de
bağlarlar kapıya. Bu gün izim günümdü, bu yüzden bir iki saat salındım böyle
dışarıya.”
Kurdun aklı başına gelmiş. Dehşetle oradan kaçarken köpeğe bağırırmış:
“Senin olsun yediğin içtiğin! Özgürlüğüm gittikten sonra ben ne edeyim öyle
karın tokluğunu? Hür doğdum, hür yaşadım ben ömür boyu. Boynuma zincir
vurdurmaktansa, açlıktan ölürüm, daha iyi! ”
(Herkes diğerini iyi bilmeli. Kim kurt kim köpek ayırabilmeli!)
Sinek Aklı
Çiftçi, öküzleri arabaya koşmuş, içine de çoluk çocuğunu doldurmuş, güle
oynaya onları köy yolunda gezdiriyordu. Harman yerine gidiyorlardı. Çocuklar
döğene bineceklerdi. Bir sinek ortaya çıktı o ara. Bir bu öküzün, bir diğer
öküzün kulağına giriyor, burnuna konuyor, kanatlarını birbirine çarparak vız vız
vızıldıyordu. “ Ben olmasam yolu bulamazsınız, ben olmasam yolu şaşırırsınız…”
diye kendi kendine büyüklük taslıyordu. Öküzleri bırakıyor, çiftçinin kulağına
giriyor, gözünün önünden sağa sola dalışlar yapıyor, çığlıklar atıyordu… Sanki
çiftçi değil de öküz arabasını kendisi yönetiyordu. Öyle çalımlı, öyle şamatacı,
öyle gevezeydi ki…
Neyse çiftçi döğen yerine vardı. Çocuklar sevinçle öküz arabasından indiler.
Çiftçi daha yere adımını atmamıştı ki, sinek geldi, onun yolunu kesti. Çiftçiden
rehberlik ücretini istedi.
Çiftçi şaştı kaldı sineğe. Sinek:
“Ben olmasam öküzler yolu şaşırırdı, benim sayemde sağ salim burdasınız.”
deyip duruyor, yolculuk boyu verdiği rahatsızlık yetmezmiş gibi bir de üstüne
para istiyordu.
( Bazıları bu dünyada buradaki sinek gibidirler. Kendileri olmadan da işler
bir düzen içinde tıkır tıkır gider. Yine de bunlar her yerde höykürür, alkış
bekler, kendilerini nimetten sayarlar…)
Aslan Postundaki Eşek
Eşeğin biri bir aslan postu bulmuş. Posta sarınmış, başını kulağını saklamış,
aslan gibi kükremeye başlamış. Ormanda onu gören, kükreyişini duyan, tabana
kuvvet kaçarmış.
Köftehor bir de acımasızmış ki sormayın. Tozu dumana katar, yaygarası göğü
tutarmış. Ormandaki hayvanlarda rahat huzur kalmamış. Aslan korkusundan
canlarından bezmişler.
Günlerden bir gün eşek yine böyle kükrer gibi anırır, ortalığa korku
salarken, eşeğin koca kulağı posttan dışarı çıkıvermiş. Bunu bir kocakarı görmez
mi? Kocakarı, sopasını kaptığı gibi, aslan postuna girmiş eşeği kovalamaya
başlamış.
Eşek önde, kocakarı ardında koşarlarmış.
Görenler şaşırmışlar. Nasıl şaşmasınlar? Bir kocakarı aslan kovalıyor.
Koskoca aslan kocakarıdan deli gibi kaçıyor.
(Halkı korkutan, tirtir titreten, zindanlarda çürüten, inim inim inleten
zalimlerin çoğu aslan postuna bürünen eşeklerdir. Bir görseniz içyüzlerini
sopayı kapardınız…)
Dağ Fare Doğurdu
Koskocaman bir dağ varmış eski zamanlarda.
Doğuracakmış.
Dağın doğurma günü gelmiş çatmış.
Koca dağ sancıları başlayınca gök gürültüsünden beter sesler çıkarmış, sesi
yeri göğü inletirmiş.
O ne bağırış,o ne inleme, o ne ıkınmaymış…
Çıkardığı gürültüden karşı dağlar titrermiş, tepelerden taşlar kayalar
akarmış aşağılara…
Bunu görenler dağ kendi kadar bir dağ doğuracak sanmışlar.
Bakmışlar:
Dağ doğura doğura bir fare doğurmuş.
(Görünüşe, zarta zurta, çıkarılan kuru gürültüye, boş boş sözlere kananlar,
ne kadar yanıldıklarını ancak dağ fare doğurunca anlarlar…)
Demir Eğe
Yılanın biri komşusunun işliğine girmiş. Komşusu marangozmuş. Tahtadan eşsiz
eserler, eşyalar yaparmış. Yılan işlikte gezinirken bir demir eğe bulmuş. Şunu
bir kemireyim, komşum işini yapamasın demiş. Başlamış eğeyi dişlemeye.
Eğe dile gelmiş:
“Sende hiç akıl yok mu?
Ben demirdenim. Beni kemireceğim derken dişlerinden olacaksın. Bende ancak
zamanın izleri kalır. Yalnızca tozlanır, belki biraz paslanırım. Bir el beni
siler silmez de yine eskisi gibi olurum. Beni senin gibi yılanların bozma, yeme,
kemirme şansı yoktur.”
( Kendisi kalıcı değil, gelip geçici olanlar kalıcı olanı, ulusun gönlünde
yer alan kahramanları kıskanırlarmış. Ne etseler, ne yapsalar bu demirden
yüreklileri kemiremezler, gönüllerden silemezlermiş. Tarih bunu böyle yazar ve
hep de yazacaktır.)
İlk Kurşun