'Ayı ile yatağa girmek'!
TANZİMAT KAFASI… BATI BELASI…
Ali ERALP
Zaman zaman “batılılaşma”, “Avrupalılaşma”
konusu gündeme gelir. Tartışılır.
Bazılarına göre uygarlaşmanın yolu Batı’dan geçer. Uygarlaşabilmek
için “Batılılaşmak, Avrupalılaşmak” gerekir. Onlara göre,
Türkiye’nin kurtuluşu Avrupa’nın bir parçası olmamıza, AB’ye girmemize bağlıdır.
Çünkü uygarlık, çağdaşlık Batı’dadır. Avrupa’dadır. Uygarlaşmak istiyorsak,
AB ve ABD’den kopmamalıyız. Onun izinden gitmeliyiz. Bağlarımızı
güçlendirmeliyiz.
Peki, bazı aydınların, devlet adamlarının dilinden hiç düşürmediği, bu
Batılılaşma nedir? Bu “Avrupalılaşma Sevdası” ne zaman ve nasıl
ortaya çıkmıştır? Ülkemize bir yararı olmuş mudur?
16. – 17. Yüzyılda Batı’da büyük değişimler yaşanmaya başlanmıştı.
Rönesanslar, reformların sonucunda aydınlanma çağına girilmiş, inancın yerini
akıl almıştı. Ekonomide, toplumsal yaşamda, kültürde, sanatta devrimler
gerçekleştiriliyordu.
Batı’da bu değişimler olurken Osmanlı, dinin, gericilerin de etkisiyle bu
ilerici gelişimleri ülkesine sokmadı.
Kapısından kovdu.
Modern gidişe ayak uyduramadı. Din hukukundan ve gaza zihniyetinden
vazgeçemedi. Köylüye, çalışana, esnafa dönük iyileştirici hiçbir girişimde
bulunmadı. Endüstrileşme çabalarına yabancı kaldı. Çağdışı bir eğitim sistemi
ile yoluna devam etti. Çünkü ülke yönetimine egemen olanlar savaşarak büyüme
yanlısı, din, gaza adamlarıydı. Değişimi istemiyorlardı. Değişim, “kâfir
işi”idi. Eski, yerleşik düzeni ve kuralları savunuyorlardı. Halkın da
bir şeyden haberi yoktu.
Bunun sonucunda o güçlü, muhteşem Osmanlı, Batı karşısında geriledi,
güçsüzleşti, yoksullaştı.
Tarımsal üretim düştü. Ticaret durdu. İthalat, ihracat Batılı deniz ticaret
şirketlerinin eline geçti.
Avrupa karşısında, her alanda, her yönden güç yitiren Osmanlı,
“kurtuluş”u Batı’da aradı. Yönünü Batı’ya çevirdi. Batılı
uzmanların desteğinde ve Batı’yı taklit ederek kalkınacağını sandı.
Böylece tarihimizde “Uyduculuk Politikası” başlamış oldu.
Bunun adına da “batılılaşma” dendi.
Uyduculuk diplomasisinin kapısı 1838’de açılmış, Kurtuluş Savaşına değin
devam etmişti. Kemalist Cumhuriyetin kurulması ile Avrupa egemenliği son bulmuş,
ulusal ekonomiye geçilmişti.
Batılı diplomatların başımıza leş kargaları gibi üşüşmesi Tanzimat döneminde
ortaya çıktı. Osmanlı devleti arka arkaya askeri yenilgiler almaya başlayınca,
İngiltere’den yardım istedi. Bu başvuru karşısında İngiltere, Türk ordusunun
İngiliz subaylarının emrine verilmesini teklif etmişti. II.
Mahmut’un bunu reddetmesiyle, bu kez gündeme bir ticaret anlaşması
getirildi.
II.Mahmut’un bu anlaşmaya da çekimser kalması üzerine
devreye İngilizlerin adamı Reşit Paşa girdi. Padişahı ikna
etti. Bu işi başaracağını söyledi. Onu öteki Osmanlı devlet adamları da
destekledi. Anlaşma imzalandı.
Bu anlaşmaya göre Osmanlıyı koruyan gümrük yasaları kaldırılacak, Batılı
şirketlere ve iş adamlarına serbestlik getirilecek, liberal ekonomi
uygulanacaktı. Böylece ülkemiz resmen İngiltere’nin egemenliğine ve talanına
açılmış oluyordu.
Bugün ABD’nin Türkiye’yi Suriye’nin üstüne sürmesi gibi, o yıllarda da
İngiltere, güçlenen, kendisine rakip olan Rusya’yı Osmanlı ile kapıştırma
siyasetini güttü. Başardı da…
Türkiye Rusya ile Kırım Harbine İngiltere’nin maşası olarak katıldı. Bu savaş
tarihimizde bir dönüm noktası, bağımlılık politikasının başlangıcı oldu.
Savaşta Rusya’nın yenilmesine karşın, Paris’te yapılan bir anlaşma ile
Osmanlıya yaptırımlar uygulandı ve ülkesinde bazı “reform”ları
gerçekleştirmesi kararlaştırıldı.
Böylece Paris Anlaşması ile büyük devletlere karşı taahhütler yüklendik ve
daha da önemlisi o reformları uygulayabilmek için, o zamanki adıyla
“İstikraz”, bugünkü adıyla “Dış Yardım” almaya
başladık. Bu yardım Osmanlıdan çok Ermeni ve Rum tüccarlarının büyümesini
sağladı. Galata bankerlerinin ortaya çıkmasına neden oldu.
Osmanlı boynunu cellâdın kemendine uzatmıştı böylece.
Bankerler, Avrupalı şirketlerle birlikte devlete krediler vererek
Türk’ü borçlandırdılar. Kanını, iliğini sömürdüler. Halk
perişandı. Yoksuldu. Avrupa, kara bulutlar gibi çökmüştü ülkemizin üstüne.
Batılıların sömürüsüne ilk karşı çıkanlar ise “Yeni Osmanlılar”
ve Namık Kemal oldu ve başı dertten kurtulmadı, zindanlara
atıldı.
Devlet çarkını borçla çevirmeye çalışan Osmanlı, öyle bir zaman geldi ki,
aldığı kredilerin faizini ödeyemez duruma düştü. Bu yeni oluşum karşısında
İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya ve Hollanda’dan oluşan ve adına
“Düyun-i Umumiye” denen bir kuruluş yer altı ve yer üstü
zenginliklerimize el koydu, yönetimini üstlendi. Halk her geçen gün biraz daha
yoksullaşırken, Düyun-i Umumiye gelirini 28 yılda 288 kat
artmıştı. Sonunda DOST BATILILAR (!), Sevr’le vatanımıza el
koydular.
İşte o zaman “tam batılı (!)” sayıldık.
Ta ki bir büyük lider, bir yüce önder, Mustafa Kemal Atatürk
emperyalistleri ülkemizden kovana dek, Türkiye’ye yön verene dek, Batı sömürüsü
ve Batı sevdası devam etti.
Şimdi gelelim bu kıssadan çıkaracağımız hisseye.
İnönü’nün de belirttiği gibi “BÜYÜK DEVLETLERLE
İLİŞKİYE GİRMEK, AYI İLE YATAĞA GİRMEK GİBİDİR…”
“Gerçekte Türkiye batılılaşma savaşında hiçbir Batı devletinden bu
davaya yarar hiçbir yardım görmemiştir. Yardım görmüşse bu, Türkiye’nin
batılılaşmasına değil, o Batılı devletin ulusal çıkarlarına yaramıştır. Bunu
bize en iyi gösteren şey, Türkiye’nin batılılaşmada en çok başarı gösterdiği
zamanların Batı dostu olmadığı zamanlara rastlamasıdır. Bizde batıcılıkla
anlaşılan şey Türk evrimini çağdaş uygarlığa uygun yönde geliştirmektir. Hâlbuki
Avrupa’da ve Amerika’da batılılaşma ve batıcılık; Batı diplomasisine uyma
anlamına gelir. Bu yüzden onlara göre Kemalist dönem Batı aleyhtarlığı, Menderes
dönemi batıcılık dönemidir! Batı diplomasisinden bağımsız olan bir batıcılık,
Batı dilinde, Batı düşmanı kötü bir ulusçuluk demektir…” (Niyazi
Berkes, Türk düşününde Batı Sorunu)
Bu tanıma göre günümüzün en iyi, best batılısı Abdullah
Gül, Recep Tayyip, Fettullah
Gülen‘dir; en iyi, best batıcılık dönemi ise bugünkü AKP – BDP
dönemidir. Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri komutanları Batı aleyhtarı, Batı düşmanı
askerlerdir. Derhal cezalandırılmalı, yok edilmelidirler. Terör üyesi olmakla,
ihtilal yapmakla, fuhuşla, casuslukla suçlanmalı, zindanlara atılmalıdırlar.
PKK’ya gösterilmeyen aşağılama Türk ordusuna gösterilmelidir.
YÜZYILIMIZIN GERÇEĞİ ŞUDUR: Küresel emperyalizm, çağımızda
kendine bağlı ülkeleri çoğaltma çabasına girmiştir. Onun hedefi, ulusal
devletlerin ve ekonomilerin etkinliğine son vererek, yönetimlerin uluslararası
sermayenin denetimine geçmesini sağlamaktır. Varmak istediği asıl hedef, dünya
egemenliğidir.
Artık bu gerçeğin bilinmesi gerekir.
Açıkça söylemek gerekirse, ”mütareke basını” gibi
davranışlar sergileyen, ”yalakalık” yapıp bazı yerlere
”şirin” gözükmeye çalışan Batı sevdalıları, kendi halkına ve özgücüne
güvenmeyen kimselerdir. Mustafa Kemal Atatürk yıllar
önce Söylev‘de onları şöyle eleştiriyordu:
”Temel ilke, Türk ulusunun onurlu bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu
ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir.
Yabancı bir devletin koruyuculuğunu ve kollayıcılığını istemek, insan niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir efendi getirmeleri hiç düşünülemez.”
Atatürk’ün bu sözlerini ABD ve AB hayranlarının, Batı
sevdalılarının okuması dileği ile…
İlk Kurşun