Laiklik ve 'kindarlık'!
YENİ KUŞAKLARI LAİK DÜŞÜNÜŞLE YETİŞTİRMEK, DEMOKRATİK MEŞRULUĞUN ZORUNLU GEREĞİDİR!
Prof. Dr. Özer OZANKAYA
AKP Genel Başkanı’nın “İktidar partisi olarak dindar kuşaklar (kendisi
‘nesiller’ diyor) yetiştirmek” amacında olduklarını ilan ettiği hafta,
demokrasinin özü olan laiklik ilkesinin Anayasa’da yerini alışının 75.
yıldönümüne rastlıyordu!
5 Şubat 1937’de Atatürkçü Düşünce Dizgesini simgeleyen Altı İlke, başka
deyişle Altı Ok, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Cumhuriyetin temel nitelikleri
olarak yer almıştır.
“Demokrasinin özü” olan laikliğin de arasında yer aldığı bu ilkelerin her
biri öbürü için zorunlu olan bir bütünlük oluşturmaktadır. Bu bütünlüğe
Atatürkçü Düşünce Dizgesi ya da Atatürkçü Uygarlık Tasarımı diyebiliriz
kanısındayım. Çünkü insanlığın bugüne değin denediği dinsel, kapitalist ve
sosyalist uygarlık tasarımlarına oranla demokrasi ilke ve değerlerini çok daha
tutarlı ve doğru biçimde gerçekleştirebilme özelliğindedir. Ve yalnız düşünsel
düzlemde kalmamış, uygulanabilirliğini de kanıtlamış olan bir düşünce
dizgesidir.
ATATÜRKÇÜ UYGARLIK TASARIMININ
MOTOR GÜCÜ: ULUSAL
EGEMENLİK!
Atatürkçü Düşünce, demokrasinin, yani ulus egemenliği düzeninin ancak laiklik
eşliğinde gerçekleşebileceği gözlemine dayalıdır. Laikliği, “din kılıfı altında
demokrasiyi engellemek niyetlerine fırsat vermeyen bir devlet, toplum ve insan
anlayışı” olarak tanımlar.
Bu özelliği ile laiklik, yalnız devlet kurumuyla, yani siyasal erkin
belirlenip kullanılması alanıyla sınırlı bir ilke değildir. Aile, eğitim,
ekonomi, üstün değerler, yani ahlak, sanat, felsefi inançlar gibi toplum
yaşamının tüm temel alanlarının demokratik nitelikte olmasının zorunlu
gereğidir.
Toplumsal yapıyı oluşturan bu temel ögeler biribirleriyle karşılıklı
etkileşim içinde olduklarından, örneğin eğitim laik nitelikte olmazsa, yani AKP
Genel Başkanı’nın ilan ettiği üzere hükümetler “dindar” dedikleri kuşaklar
yetiştirmeğe kalkışırlarsa, devlet de laik olamaz; devlet laik nitelikte olmazsa
aile düzeni de laik olamaz; ekonomi de laik ilkelere göre işlemez; ahlak , sanat
ve değerler dizgesi de laik ölçülerden uzak kalır; yontular parçalanır, tiyatro
ve sinema ürünleri yasaklanır, sansürlenir, kitaplar yakılır, yasaklanır. Yani
tüm toplumsal yaşam, demokrasi dışı bir baskıcı yönetim altına girer.
Demek oluyor ki laiklik, yalnız siyasal değil, bütünüyle bir toplumsal
düzenin adıdır. Laik toplumsal düzen, kamusal yaşamın, yani tüm yurttaşların
eşit olarak düzenlenişine katılma hakkına sahip oldukları yaşam alanlarının
hiçbir kutsal, yani tartışma ve eleştiriye kapalı kurala dayandırılmaması,
toplumsal düzenin her yönünün her yurttaş tarafından, her gün, yeniden yeniye
irdelenip eleştirilebilmesi, değişiklik önerilerinde bulunulabilmesi
demektir.
Türk Devrimi, aynı zamanda bu ulusal egemenlik ve laiklik düzeninin İslam
dininin özüyle çelişmek şöyle dursun,
a) peygamberliğe, yani insan-üstü önderliğe son veren,
b) bunun yanında din-adamı sınıfına ve kilise benzeri bir tapınağa de yer
vermeyen,
c) her bireyi “düşünür” olmaya hem yeterli, hem de bununla yükümlü
sayan
o öze tam da uygun olduğunu kanıtlamakla, gerçekte bütün İslam dünyasına ve
böylece tüm insanlığa çok kalıcı bir katkıda bulunmuştur.
Cumhuriyet, Yunus Emre’nin:
“Şeriatle gerçeğin niteliğini söyleyim:
Şerait bir gemidir, gerçekse denizidir;Ne denli sağlam olsa geminin tahtaları,
Ona dalga vurdukça, aşınıp gidesidir.”
dizelerinde dile gelen ve Hz. Muhammed’in bir çok uyarısında olduğu gibi,
“Ümmetim dünya işlerini benden iyi bilir” işaretinde de açıkça vurgulanan İslam
dininin gelişmeye açık dinamiğini yaşama geçirmekteydi.
İşte İslam dinine bu yücelme yolunu açan laik devlet ve laik toplum ilkesi, 5
Şubat 1937’de Anayasa’da yerini almıştır. Bu ilkeden 1946’dan sonra adım adım
uzaklaşılmasaydı, İslam dininin ve Müslüman kitlelerin dünyanın en ileri
ulusları arasında yer alması sağlanacak, bugünkü gibi cahillik, gerilik,
teröristlik, baskıcılık ve ilkellik suçlamalarına uğramasına hiç mi hiç ortam
oluşmayacak, oluşturulamayacaktı.
Laiklik ilkesinin ve onun güvenceleri olan 3 Mart 1924 günlü üç yasanın
değiştirilmesinin önerilmesi bile, insan haklarına, yani demokrasi düzenine
tümden karşıtlık anlamına gelir ve demokratik meşruluğu yitirmek sonucunu
verir.
Söz konusu üç yasa:
1- Halifeliği kaldıran yasa
2- Şer’iye ve Evkaf Vekâleti ile Erkân-ı Harbiye Vekâletini (Din İşleri ve
Vakıflar Bakanlığı ile Genel Kurmay Bakanlığı’nı) kaldıran yasa
3- Eğitim ve Öğretimi BirleştirenYasa’dır.
İlk iki yasanın gerekçesi, “egemenliğin kısıtsız ve koşulsuz ulusa ait
olması” ilkesidir.
Ulusal egemenlik düzenine karşı en önemli ve en tehlikeli engeller ve aykırı
davranışlar (ihlaller), günümüze değin hep din adına yapılmış, dinsel baskıcılık
biçiminde belirmiştir. Çünkü yönetim erkinin ulusa ait olmadığı düzende
yöneticiler meşruluklarını dinden, başka deyişle göksel kaynaktan aldıklarını
öne sürer, buna dayanarak da uyruklaştırdıkları toplum bireylerinden
sorgusuz-eleştirirsiz başeğme beklerler.
Osmanlı halife-sultanının kendisini Tanrının gölgesi ve pegamberin vekili
saydığını biliyoruz.
Cumhuriyetimizin kuruluşundanberi ulusa egemenlik hakkını tanımamakta
direnenlerin, hem kendi yetkisini dinsel kaynaktan aldığını öne süren, hem de
cumhuriyete karşıtlığını dinsel gerekçelere dayandırmak isteyen saltanat
mensupları ve yandaşları ile tarikatlar, şeyhler, medrese hocaları ve müridleri,
ağalar, al-satçı sermayedarlar .. ve onların siyasal temsilcileri olduğunu da
biliyoruz.
Demokratik düzende, kendisini Tanrı’nın gölgesi, peygamberin vekili olarak
gösteren, toplum düzenini düzenleyip yürütecek yasa, tüzük ve yönetmeliklerin
“Tanrının muradı” diye öne sürdüğü biçimde yapılmasını dayatmak erkiyle donanmış
Halifelik gibi bir kuruluşa yer olamayacağı açıktır.
İkinci yasanın bir başka açıdan gerekçesi, ortak yaşam alanlarının din dahil
her türlü dogmatik görüş ve inancın baskısından kurtarılıp özgür kılınması, her
bireyin eşit insanlar olarak toplum yaşamının biçimlenişinde söz sahibi
olmasıdır.
Bunun doğal bir gereği olmak üzere, demokratik bir düzende meşru yerleri
bulunmayan tarikatçılık, şeyhlik, dervişlik, çelebilik, müritlik, … gibi
örgütlenmeler ve sanlar, 30 Kasım 1925 gün ve 677 sayılı yasa ile
kaldırılmışlardır.
Bu saptamanın önemi büyüktür ve iyi anlaşılması gerekir:
a) Bilindiği gibi demokratik düzende dernekler, 18 yaşını doldurmuş ergin
yurttaşların, özgür istençleriyle katılıp ayrıldıkları örgütlerdir. Tarikatların
ve son yıllarda tarikat sözcüğü yerine kullanılan “cemaat”lerin ise, 3-5
yaşından başlayarak ulus bireylerini uyruklaştırma yerleri olduğu
bilinmektedir.
c) Derneklerin mal varlıkları ve gelir kaynakları ile bunların harcanma yol
ve alanları cumhuriyet savcısının denetimi altındadır. Tarikatlar için bu da söz
konusu değildir.
Üçüncü yasanın gerekçesi de, yetişen kuşakların ve genel olarak yurttaşların
demokrasi düzenine uygun bir eğitim ve öğretim görmeleri, böylece demokrasinin
en kalıcı ve sağlam güvencesine kavuşturulmasıdır.
Laiklik ilkesinin Anayasa güvencesine alınışının 76. Yıldönümünde dile
getirilen “dindar kuşaklar yetiştirmek” anlayışı, ulus çocuklarını demokrasi
kültürü ve bilimsel düşünüş eğitiminden yoksun tutma siyasetinin açıkça ilan
edilmesi anlamına gelmektedir.
Bu siyasetin en büyük zararının İslam dinine ve müslüman kitlelere verdiğini
bir kez daha vurgulayalım.
5 Şubat Laiklik Bayramında, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik meşruluk
temellerine saygısı olan siyaset ve yönetim insanlarını, Cumhuriyetimizin
kurucusu Atatürk’ün aşağıdaki demokrasi çağrılarını kafalarında ve vicdanlarında
tartıp, yeni kuşaklara ve genellikle ulusumuza bu çağrılara uygun bir düşünce ve
değerler ortamı sağlayacak biçimde davranma ödevlerini hatırlatıyoruz:
“Ne yazık ki yer yüzündeki yüzmilyonlarca Müslüman kitleleri, şunun
ya da bunun tutsaklık ve aşağılayıcılık zincirleri altındadır. ALDIKLARI MANEVİ
EĞİTİM VE AHLAK, ONLARA BU TUTSAKLIK ZİNCİRLERİNİ KIRACAK İNSANLIK NİTELİĞİNİ
VERMEMİŞTİR, VEREMİYOR. ÇÜNKÜ EĞİTİMLERİNİN HEDEFİ ULUSAL
DEĞİLDİR.”
…
“Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye
Cumhuriyeti halkını tümden çağdaş ve bütün anlam ve biçimleriyle uygar bir
toplum durumuna ulaştırmaktır. .. Şimdiye değin ulusun kafasını paslandıran,
uyuşturan düşünüşte bulunanlar olmuştur.
Bir takım şeyhlerin, dedelerin, … babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve talihlerini, yaşamlarını falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlardan oluşmuş bir topluluk, uygar bir ulus olarak görülebilir mi?
…
Bir ulus ki resim yapmaz, bir ulus ki yontu yapmaz, bir ulus ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o ulusun ilerleme yolunda yeri yoktur.
Oysa bizim ulusumuz, gerçek nitelikleriyle ilerlemeye lâyıktır ve
olacaktır.”
Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni ve bu temel üzerinde çağdaş Türk toplumunu
yükselten Atatürk’ü en içten saygı ve gönülborcu duygularıyla anarken, Türk
ulusunun da, tüm müslüman ülkelerin de, tüm insanlığın da özgürlüğü, ulusal
bağımsızlığı, barışı, güvenlik ve gönencinin ancak laik bir devlet ve toplum
düzeninde sağlanabileceğini, bunu engelleyen etkenin iç ve dış sömürgecilik
olduğu gerçeğini bir kez daha vurguluyoruz.
KAYNAK: Özer Ozankaya, “TÜRKİYE’DE LAİKLİK” CEM Yay.
İlk Kurşun

