Atatürk'ün inancıyla yola koyulmak..
'Ahmet'
Seçkin ERGÜN
İliklerimize kadar emperyalizmle kuşatılmışken “barış”tan söz
etmek her yönüyle saçmalık. Tabii barıştan
anladığımız, bedenlerini sergilemenin ayıbını birkaç ezberletilmiş sözle
gizlemeye çalışan güzellik yarışması katılımcılarının sarf ettiği “Afrika’da açlık olmasın, tüm dünyada barış olsun” tekerlemesinde geçen
“barış” değilse.
Barışı gerçekten istiyorsak tanımını ve nasıl kazanılacağını iyi bilmek
gerekir. Yoksa şu haliyle “Barış” medyada ve sosyal paylaşım
sitelerinde kullanıldığı haliyle, içi boşaltılıp, yerine Ulusalcılığı önce
itham, sonra da imha için kullanılan, eşsiz bir silahla donatıp bilinçsiz
parmaklara sadece dokunmanın bırakıldığı tetik olmaktan başka bir işlevi
yok.
Öncelikle anlam kargaşasını açıklığa kavuşturmak gerekir. Her
“Saldırmazlık” “Barış” değildir. Baştaki cümleye dönelim;
iliklerimize kadar emperyalizmle kuşatılmışken barış sözü saçmalık. Evet,
emperyalist düzenin sömürgelerine sunduğu barış, aslında saldırmazlıkdan başka
bir şey değil.
Peki bu sahte barış, yani saldırmazlık ne zamana kadar sürer? İki kriterden
biri ortaya çıkana kadar. Birincisi, kaynakları saldırmayı mecbur kılana kadar,
ikincisi, karşı taraf zayıf düşene kadar. Kaynakların mecbur bırakmasına en iyi
örnek; Arap Baharı!. ABD ve AB ekonomisi o kadar berbat duruma düştü ki, Arap
ülkelerini sömürmek artık yetmez oldu, onlar da gidip kaynaklara direkt el
koymak zorunda kaldı. Tıpkı Yunanistan’ın durumuna düşmemek için Elize sarayının
bahçesine çadırını kuran Kaddafi’nin altınlarını yağmalamak zorunda kalan Fransa
gibi. Aslan payını Fransa alınca diğer NATO ülkeleri de leşten payına düşen
kırıntılarla yetindi. Barış ve özgürlük olarak sunulan BOP’un saldırmazlık
durumunun bitip, savaş durumuna geçildiğinin apaçık ilandan başka bir şey
değildi.
İkinci kritere, yani diğer tarafın zayıf düşmesine en iyi örnekse, Türkiye
Cumhuriyeti’nin omurgasını oluşturan “Ulusalcı” yapıya karşı
son 6 yıldır açıktan yürütülen savaş. Geçmiş dönemde Atatürkçü cephe ve
karşıdevrimci cephe arasındaki çekişme savaş aşamasında değildi. Avantaj elde
edici bazı hamlelerle çekişme halindeydi. 12 Eylül darbesinden sonra güç dengesi
Atatürkçü yapı aleyhine değişmeye başladı. Bu darbeden sonra ABD ve AB
emperyalizminin kullanımına sunulan Türkiye her geçen gün biraz daha
zayıflatıldı.
Alt yapısı tamamlanan çökertme süreci AKP iktidarının ikinci yarısında, 6
sene önce başlayan Ergenekon ve Balyoz gibi davalarla zayıflatılan Ordu,
hukuksal alanda kazanılan yeni ve güçlü cepheler, medya ayağının artık doruğa
çıkmasıyla “saldırmazlık” yerini açıktan yürütülen savaşa
bıraktı. Ulusalcılığı en ilkel ve faşist Milliyetçiliğe indirgeyip ona
vuruyormuş gibi yapıp asıl hedef olan Atatürk Cumhuriyetine vurdular. Atatürk ve
Türk yazılarının sökülmesi, T.C.’nin her yerden kaldırılması gibi.
30 yıldır kan döken PKK saldırdığı yapıya aşağılayıcı olsun diye T.C dediğini
herkes biliyor. AKP işbirlikçisi medya barış güvercinleri uçurup “PKK çekilecek”
diye herkesi kandırıp oyalarken aslında ilk çekilen T.C. oldu. Devleti adsız
bırakmak ABD ve AB emperyalizminin Kandil’e verdiği öncelikli hedef olan Suriye
için PKK’yı oldukça motive edici bir uygulama ve tatminkar bir zafer. TBMM’de
dönen dolaplara bakılırsa devamı için çok sabırsız ve iştahlılar. Anayasadan
“Türk” kelimesini çıkartınca halkın silahlı direniş hakkı doğar
diyen kişi ve kurumlar, anayasadan “Türk” ibaresini
kaldırmadılar, direkt Türkiye Cumhuriyetini kaldırdılar. Silahlı direnişi
bekliyorum. Katılmak için!
Konumuza dönecek olursak, Atatürkçü yapı eski gücünde olsaydı bu cüreti elbet
bulamazlardı. Yani, emperyalist kuşatma altında “Barış” bir tarafın silahları
diğerinden daha üstün olduğu için var. Ve bunun adı da barış değil saldırmazlık.
Zayıfladığımız anda barışın bozulduğunu tarihimizde pek çok kez gördük. En son,
ne çok benzerlik görüp şaştığımız 90 sene öncesinde olduğu gibi.
Yandaş medyanın ve barış! sevdalılarının dilinde düşürmediği “
Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz” saçmalığının direnişi
kırmaktan başka amacı yok. Güçlü olacaksın! Barışçıl olmanın tek yolu güçlü
olmaktan geçer. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş mührü olan Lozan Anlaşmasını
diğer ülkeler imzaladıysa, Kurtuluş Savaşında ortaya koyduğumuz olağanüstü savaş
başarısından dolayı. Çok net bir zafer kazanmamıza rağmen Lozan’da nasıl ayak
direttiklerini biliyoruz. Atatürk görüşmeler sırasında üniformasını bir anlığına
çıkarsaydı, şimdiki hain medya soytarılarının söylediği
“Barışçıl” duruşta olsaydı Lozan, Serv’in başka versiyonu
olurdu.
Savaşın kazananı olmaz diyenler, Antep’e neden “Gazi”,
Urfa’ya neden “Şanlı” dendiğini sanıyor? Emperyalist
işgalcilerin döktüğü kana rağmen hadi “helalleşelim” deyip
barış süreci yürütmelerinden dolayı olmadığı kesin. Antep ve Urfa’yı işgal eden
Fransız, İngiliz askerleri neyse şimdiki PKK da o dur. Her ikisi de
emperyalizmin tetikçisi. Köy köy, şehir şehir savaşıp düşman birlikleri bozguna
uğratmasaydık kimse bize bu toprakları bahşetmezdi. Bu toprakların sahibinin kim
olacağının ilanı savaşla oldu. Ölümüne savaşla! Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı
Savaşın kazananının var olduğunu, özellikle emperyalizme karşı savaşın
kazanılabilir olduğunun en somut ispatıdır.
Neyi unutmanız gerektiğini bile onlar söylüyor. Adaları, Kıbrıs’ı ve daha pek
çok kazanımı “barış” yutturmacasıyla kaybetmedik mi? Vatanı için ömrünün
neredeyse tamamı savaş meydanlarında geçmiş Atatürk “Zaruret değilse savaş
cinayettir”, ardından“Yurda Barış, Dünyada Barış” demiş. Barış’ı bu topraklara
egemen kılmak, her yönüyle güçlü ve tam bağımsız Türkiye yaratmak için
savaşların en zorlusuna atılmış. 10. Yıl Marşı, on yıl önce kazanılan askeri
zaferin bu topraklarda barış olarak sürmesi için verilen olağanüstü çabanın
marşıdır ve en az İstiklal Marşı kadar değerli, İstiklal Marşı kadar anlamlıdır.
Çünkü barışa sahip olabilecek gücü edindiğimizin ilanıdır!..
Askeri açıdan zaferin tam karşılığı, düşman ordularının yenilgisi değil,
halkın direnme gücünün kırılmasıdır. Ergenekon ve Balyoz gibi davalarla Ordu
yenilgiye uğratılmış olsa da halkın direnme gücünün var oluşu onlar için en
büyük bela!. En azgın, en hain ve en alçak medya saldırılarına rağmen bu
direncin varlığını asla küçümsemeyin. Bu saldırıların çok azıyla Yugoslavya
paramparça oldu. Irak bir darbeyle üçe bölündü. Libya kolay lokma oldu. Ulusal
bilinç bakımından diğer Arap ülkelerin biraz ilerisinde olan Suriye direnmeyi
sürdürmekte. Rusya elini çekse, orası da dağılacak.
Sonuç olarak, daha düne kadar “Halkların Kardeşliği” gereği
Türk Halkının bir parçası olarak omuz omuza mücadele verdiği ABD emperyalizminin
vaadine aldanıp “Halkların Kalleşliği” tuzağına düşen Kürtleri
bu tuzaktan gene Türk Halkı kurtaracaktır. Tıpkı 90 sene önce olduğu gibi. Çünkü
başka dostları yok. Hiç olmadı da!. . .
Eninde sonunda Barzani’nin, Apo’nun kulu olmaktansa Atatürk Cumhuriyetinin
vatandaşı olmayı seçecekler. Kenan Evren başta olmak üzere son 50 yıldır
iktidarda olan sağ partiler ve Tayyip gibi Sömürge Valisi olarak atananlar bu
insanlara bir kez olsun Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın ne demek olduğunu
yaşatmadı.
Batıda Türkiye’nin aydınlık yüzüne çöken faşist karanlık doğuda
Kürtleri parçası olduğu halktan koparmak için her türlü kötülüğü yaptı. ABD 12
Eylül ile hem PKK’yı hem AKP’nin cenin hali olan ANAP’ı yarattı. 28 Şubatta da
gelişimini tamamlayan AKP yi doğurdu. Aynı yaratıcının 30 yıl sonra dolaylı yolu
bırakıp fiili olarak AKP-PKK koalisyonunu oluşturması bu yüzden hiç de garip
değil. Çünkü artık zaman yok. ABD ve AB ekonomisinin sonuç vermesi yıllar alacak
siyasi entrikalara dayanacak gücü yok. Ha çöktü ha çökecek. Siz bakmayın
medyanın ABD’yi, NATO’yu devasa göstermesine. Hiç olmadıkları kadar zayıf
durumdalar. Tek güçleri, kandırılmışların direnenlere seçmen ve bilinç düzeyinde
baskın oranı. Buna da kısaca “Milli İrade” diyorlar!
Güçlü olmalıyız. Gerçek anlamda barış için güçlü olmalıyız. PKK ve
BDP’lilerin ağzında kirlenen “Halkların kardeşliğini” yeniden
kurmak için güçlü olmalıyız. “Yurtta Barış, Dünyada Barış”ı
tekrar bu topraklara egemen kılmak için güçlü olmalıyız.
Hazır barış demişken, haberiniz var mı? Siz, koca koca adamlar, koca koca
sözlerle, koca koca kavgalar edip, koca koca yenilmişliklerinizin öfkesini
karşınızdakine koca koca kusarken, Ahmet, canım Ahmet o güzelim başını 13
yaşında emperyalizmin çarkına kaptırıp hiçbir çocuğa reva olamayacak şekilde
öldü. 15 Martta öldü. Daha bir ay olmadı ama bu gündem saçmalığında tarih kadar
eskidi. 13 yaşındaki ölümünün gazete ve internet sayfasında yer dolsun diye
malzeme olması diğer Ahmet’lerden daha şanssız oluşundan. Demokrasicilik, insan
hakları oyunu oynayanlar çocuğunu bakkala ekmek almaya göndermeye kıyamazken bu
ülkedeki çocuk yaşında sömürüyle tanışan 900.000 Ahmet’ten habersiz. Yazının
içinde rakam ne kadar da ruhsuz durdu. . . Oysa hiç kimse dokuz yüz bin Ahmet’in
etnik kimliğini merak etmiyor. Çünkü onların kavgaları daha kocaman!
Hadi bu seferlik konuyu daha da uzatayım. Deniz Gezmiş’in kendi sesinden,
mahkemede yaptığı savunmadan alıntıların yapıldığı bir video var. 10 dakikalık
uzunca bir video. Deniz Gezmiş’in “Ulusun direnme hakkı” nedir,
nasıl ve hangi şartta anayasal bir vatandaşlık görevi olduğunu, Kemalizm’in
özünü anlattığı o muhteşem savunması. Alıntılar yapılan bu kayıtta
“Halkların Kardeşliği” sözü çıkartılmış. Neden!? Çünkü
açılımlar havada uçuyor. Çünkü demokrasi ve hümanist ilkeleri dayanak yapıp en
kalleşçe şekliyle ayrımcılık yapılıyor. Bu videoyu hazırlayan kişi aynı safta
görünmemek adına, ayrımcı yaftası yememek için “Halkların
Kardeşliğini” koyamamış. Oysa gencecik ömrünü, daha 23 yaşında halkına
armağan eden bir gencin son sözleri bunlar. Bu değerlerimizi asla terk
etmemeliyiz. Onların kirletme amacı da zaten bu. Daha geçen gün Vatan’ın
internet sitesinde Abdullah Öcalan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına selam durup
Kızıldere katliamını olanca kirini sıçrattı. Ertesi gün de bu teröristin nasıl
Kemalist bir çizgiye geldiğiyle ilgili haber vardı. Onların kirletme gücü bizim
sahip çıkmadığımız oranda.
Hain, işbirlikçi medya kanalıyla yapılan en alçakça saldırı da zaten bize
ait, bizi biz yapan tüm değerlerimizi kirletme çabası. Çünkü her savaş, her
mücadele bir değer uğruna yapılır. Uğruna savaşılacak değer yoksa savaş da
olmaz, mücadele de, direnç de. Halkın direnme gücü en büyük kabusları.
Uğruna savaştığımız toprakları TOKİ ve diğer inşaat şirketleri marifetiyle,
dayatmadan beter reklam kuşaklarıyla sundukları lüks evlerle bize yabancı
yapıyorlar. Çıktığın evi yıkarlarsa geri dönemezsin. Evinden çıkma. Boyasını
değiştir. Bahçesine çiçek ek. Balkonuna saksılar koy. Canın ne istiyorsa onu yap
ama sakın evini terk etme. Çünkü dışarı adım attığın anda geri dönecek evin
olmayacak.
Uğruna savaştığımız kültürümüzü değersizleştiriyorlar. Milli kimliğimizi
faşist diye küçümsüyorlar. Dilini tahrip ediyorlar. Atatürk devrimciliği ile
sahip olduğumuz dinamizmimizi tarikat dergahlarıyla, öğrenci yurtlarıyla
itaatkar ümmetçi anlayışa dönüştürüyorlar.
Her türlü iğrençliğin sergilendiği gündüz kuşakları, diziler ve zekamızla
alay eden yarışma programlarıyla kişiliğimizi emiyorlar. Halk bunu istiyor
kandırmacasıyla bireyi önce halkına yabancı, sonra düşman ediyorlar. Halkına
düşmanlık için bu yetmezse, hiç sektirmeden her gün tüm detayıyla verilen çocuğa
tecavüz, hayvana tecavüz, yaşlıya tecavüz doktor tecavüzü, daha da yetmezse
asker tecavüzü haberleri servis ediliyor. Hem de manşetten! Silivri eylemi
yapıldığı gün haber sitelerinde birkaç saat, ertesi gün hiç yer bulamazken bu
tecavüz haberleri tam gün manşette yerini koruyor. Psikolojik savaş ve toplum
mühendisliğini çok hafife alıyoruz.
Bu kirletişin en berbat olanı, yüz yıllar boyu edindiğimiz, uğruna nice
canlar verip bedeller ödediğimiz kültürümüze yapılanlar. Edebiyat, şiir, türkü,
ne varsa hızla kirletiyorlar. Ahmet Kaya ilk çıktığı zaman Kürt Milliyetçisi
miydi? 12 Eylül faşizmi karşısında ezilen vatan sever Türk Halkı için
“Başkaldırıyorum” demedi mi? Nevzat Çelik’in Bayrampaşa Cezaevi
duvarlarına tırnaklarıyla kazıdığı “Şafak Türküsü” şiirini
şarkı yapınca ünlendi. Sona Nazım Ustanın, Can Yücel’in, Atilla İlhan’in, Pir
Sultan’ın, yani bu toprakların sızısını, sevdasını, kavgasını, direnişini
şarkılaştırıp ününü doruğa çıktı. Türk kültürünün birikimleriyle servet edinip
ünlenen Ahmet Kaya bir anda mazlum, ezilen, hakir görülen Kürt Ahmet Kaya
oluverdi! Tıpkı diğer Kürtler gibi. Haber kanallarına çıkıp uzun uzadıya 12
Eylül zulmünden, Diyarbakır Cezaevinden bahsederler. Sırf halkından nefret etme
aşamasına getirilmiş kitlelerin vicdanlarını sömürmek için sadece orayı
söylerler. Dedim ya size neyi unutacağınızı da dayatıyorlar diye. Size Metris,
Mamak, Bayrampaşa gibi onlarca cezaevinde yapılanlardan unutturdular. Aklınızda,
bilincinizde, hafızanızda ve vicdanınızda sadece Diyarbakır kaldı.
Sadece o
kalmazsa 12 Eylül darbesinin Kürt halkı için değil, Türk Ulusu için yapılmış
faşist bir darbe olduğunu hatırlarsınız. Grup Yorum’un büyük Zonguldak Maden
İşçisi Direnişiyle yola çıkıp. emek, özgürlük, deyip ilk sapaktan ayrılıkçı Kürt
Milliyetçiliğine dönüşüyle bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Ne diyorduk? Evet, barış diyorduk! Barış için güçlü olmak zorundayız. Bu güç,
sırf silah gücü demek değil. Aklımızı, bilincimizi, umudumuzu ve direncimizi hep
diri ve duru tutmak zorundayız. Ve bize ait değerleri asla terk etmemeliyiz.
Çünkü hakkımız olan aydınlık günlere bizi ancak o yol götürecek. Hızır Paşayı
kimse hatırlamaz ama sehpada idama koşan Pir Sultan hep akılda ve gönüllerdedir.
Bu topraklarda güçlü olan değil, haklı olan zafere ulaşmıştır. Yokluk ve
yoksulluk içindeki bir milletten tarihin en şanlı zaferini kazanan Atatürk de
zaten bu inançla yola koyuldu. Tıpkı diğerleri gibi O da yanılmadı.
Silivri’ye gidip bu onurlu direnişe katılan herkese selam olsun! Gidenler
kadar aklında, yüreğinde aynı coşku ve kararlılığı taşıyan gidemeyenlere de!
Barış savaştan daha çok bedel ister. Bu bedeli ödemeye hazır olduklarını
gösterdikleri için...
. . .
Yazı uzun geldi. Gerekli kısaltmaları yapmak isterken kelime yumağı arasında
Ahmet’i gördü. Ahmet büyüdü, yumak küçüldü. Utanç büyüdü, öfke küçüldü. Sızı
büyüdü her şey küçüldü. Canım Ahmet. Sen büyüyemedin ya, herkes küçüldü...
İlk Kurşun