Cemaat AKP'ye sırtını döndü!
Bağımsız dergisi "Cüzdan doldu, İslam soldu" kapağıyla çıkan son sayısında Türkiye'de AKP hükümeti döneminde Müslümanların dönüşümünü ele aldı.AKP döneminde İslamcı Aydınlar nasıl dönüştü?
Bağımsız bu hafta yayınlanan 10. sayısında Türkiye'de siyasal İslamcı sağın geçirdiği dönüşümü, iç çelişki ve çatışmalarını irdeledi.
Bağımsız'a konuşan isimlerin arasında Mehmet Bekaroğlu ve Kenan Çamurcu vardı. Bekaroğlu Cemaatin AKP'ye oy vermeyeceğini söylerken, Çamurcu ise İslamcı aydınların kurbağaların haşlanması gibi haşlandığını düşünüyor.
İhsan Eliaçık, İbrahim Horuz ve Eren Erdem de dergiye konuşan isimler. Röportajların bir kısmını yayınlıyoruz.
Milli görüş tabanı, AKP 2002’de iktidara geldikten sonra, bürokrasi, idari yargı vs. gibi kadroları doldurmada yetersiz kaldı ve cemaatin yetişmiş kadroları bu açığı doldurdu. Büyük bir güç elde ettiler; hem bürokraside hem de parasal olarak. Ve o güç ben yönetiyorum, noktasına geldi. ‘Yargı benim, emniyet de benim’ dedi. O güç hükümeti rahatsız etti. Sonucu bilemem ama açık bir kavga mevcut. Bu önümüzdeki dönem önemli olacak. Ben önümüzdeki seçimlerde cemaatin Ak Partiye oy vereceğini hiç düşünmüyorum. Mahalli seçimlerde ortaya çıkacak. Ak Partinin hükümeti kaybetmesini istemezler, her şeye rağmen; ama büyük bir gösteri yapacaklar mahalli seçimde.
Bakın, Has Parti’nin kapatılması, Numan Bey’in Ak Parti’ye geçişi sürecinde arkadaşlara şu anlatıldı: ‘Yeni bir Milli Cephe kuruluyor ve bunun karşısında uluslararası güçler, cemaat var.’ Bu çok rahat anlatılıyor çünkü Amerika’da olan Fethullah hoca…
FETHULLAH GÜLEN-NEOCON İŞBİRLİĞİ VAR
Kastedilen Fethullah Gülen’in ABD ve neo-conlarla işbirliği yapması mı?
Kesinlikle o. Bu Mavi Marmara olayında çok belirgin hale geldi. İslami kesimler içinde çok tartışıldı, ama kol kırılır yen içinde kalır, dendi dışarı çok yansımadı. Kur’ana gönderme yaparak Fethullah Hoca ‘otoriteye başkaldırılmaz’ anlamında bir laf söyledi. Bu çok stratejik bir sözdü. Muhafazakar İslami kesimde bu ciddi bir kırılma noktası oldu.
Sizin itirazınız hangi noktada?
Problem şu: Bu iktidar, imkan ve paraları bir yere topluyor. Büyük bir servet, zenginlik el değiştiriyor. İktidarı aldı, kalmayı becerdi ve bütün bu almak istedikleri payı da aldılar. İhaleyi, mevki makamı, her şeyi paylaşıyorlar ve burada bir zenginlik birikmeye başladı. Bu zenginlik yeni bir yaşam tarzı ve ilişkiler biçimi getirdi. Ama adaletli ve eşit dağıtılmıyor. Bir piramit kuruluyor. Yukarıda birileri toplanıyor, eski yaşadıkları mahalleden çekiliyor, yeni bir tarz ortaya koyuyorlar. İslami kesimin burjuvazisi oluşmaya başladı. 100 adam çalıştırıyor, aynı diğer zengin gibi davranıyor; o da az para veriyor, sıkıntı olunca ilk olarak işçiyi çıkarıyor. Dolayısıyla bu kesim içinde de o kadim kavga, yukarıdakiler- aşağıdakiler kavgası görülmeye başladı.
Artık, “Sabret, cennete gideceksin” filan diyemezler. Şu anda değişik sebeplerden dolayı örtülüyor, ama aşağıdan, derinden dalgalar, homurdanmalar var. Patlayacak. Bu Kürt meselesi çözülsün, ekmek, adalet konuşulmaya başlanacak.
Mesela anti-kapitalist Müslümanlar çıktı. Onlar da bu meseleye dikkat çekiyor…
Elbette kapitalizme karşı çıkıyorlar, çelişkilere dikkat çekiyorlar. İhsan Hoca özellikle bunu yapıyor; ancak kullandıkları dil ve tarz dolayısıyla çok çabuk marjinalize edildiler ve bu homurdanmalara tercümanlık yapabilecek pozisyonu, imkanı kaybettiler. Kullandıkları dil ve yöntem buna sebep oldu.
ALBAYRAKLAR NATO’YA ASKER YAZILMIŞ DURUMDA
Genç Müslümanlar arasındaki tartışma konuları neler?
Suriye konusu ve Ortadoğu’da olup bitenler, Türkiye Müslümanlarının ayrışmalarında önemli bir faktör. Suriye’de bir savaş devam ediyor ve Esad rejimi muhalifleriyle ilgili, İslami kesimlerin hepsi hükümet gibi düşünmüyor. Büyük bir çoğunluğu “Burada bir fitne, kardeş kavgası var. Bu yanlış” dedi ve uzak durdu, çünkü Şii-Sünni kavgası ciddi şekilde derinleşiyor. Oradan Irak’a ve bütün bir bölgeye yayılıyor. İnsanlar bunun farkında ama bir kesim neredeyse NATO’ya asker yazılmış durumda. İşte Sancaktar Dergisi, Hakan Albayraklar filan, Ankara’da bunlar daha çok Dışişleri Bakanı Ahmed Davutoğlu’na bir şekilde eklemlenmiş.
Bu tartışmalar nereye gider?
İki tip Müslümanlık olacak. Biri malla, mülkle, kârla, taşeronlukla problemi olmayan, “Biz zekatımızı veriyoruz, ibadetimizi yapıyoruz. Hayat da budur” diyen, diğeri de itiraz eden. İlk insandan, Habil’le Kabil’den beri geliyor. Şimdi aynı kadim tartışmalar yeniden başladı.
ÇAMURCU: KURBAĞALARIN HAŞLANMASI GİBİ HAŞLANDI İSLAMCI AYDINLAR
İslamcı aydınlar durumun toplumun özgürleşmesi yönünde olmadığını fark ettiklerinde, yaşananların Türkiye’nin değişmesi için gerekli bir süreç olduğuna ikna olmaya başladılar. Kurbağanın haşlanması gibi, İslamcı aydınlar da yavaş yavaş haşlandılar
Kara propaganda yapılıyor, yalan haber üretiliyor, psikolojik harp yöntemleri kullanılıyor. Bunlar geçmişte İslamcıların şikayet ettiği şeylerdi. Artık İslamcı da demiyorum onlara, İslamcılıktan bakiye kadavra diyorum.
Erdoğan 28 Şubat’ta Gülen’in bugün Ergenekon diye adlandırılarak içeri atılanlarla olan iş birliğini hiç unutmadı. Ayrıca Gülen Cemaatinin bu kadar büyümesine ve azmanlaşmasına da hiç iyi bakmıyor ve onlara güvenmiyor.
Uzun yıllar İslami harekette önde gelen entelektüel isimlerden biri olarak yer alan, ancak AKP iktidarıyla birlikte eleştirel bir pozisyona çekilen, muhalif kimliği sebebiyle Beykoz Belediyesindeki işinden olan ve daha sonradan AKP milletvekili olan yayıncısı tarafından kitapları toplatılan Kenan Çamurcu ile muhafazakarlığın yaşadığı dönüşümü ve muhafazakar muhalefeti konuştuk.
AKP’yi iktidara getiren süreçte Erdoğan ve arkadaşlarının yarattığı algı ile bugün ortaya çıkan tabloyu karşılaştırırsak nasıl bir etki yarattı bu durum muhafazakarlar içerisinde sizce?
Türkiye’nin iç siyasetinde demokratikleşme ihtiyacı herkesin dile getirdiği bir beklentiydi. Erdoğan’ın Milli Görüş gömleğini çıkarması anti-emperyalist kimliği bırakması anlamına geldi, uluslararası güçlerin etkisiyle değişimin olacağına inandı. İslami camia açısından ciddi bir kırılmadır bu. Fakat bunun fark edilmesinin 2002’de olduğunu söyleyemeyiz. İslamcılar daha çok “Eski Türkiye”den kurtulmak için destek verdiler. Erdoğan’ın dile getirdiği “değişim” söylemi siyasette olduğu gibi ekonomide de, devlete nispetle toplumun ağırlığının artacağı yönünde algılandı. Toplum ekonomide ne kadar çok rol alırsa siyasal alan da o kadar özgürleşecekti. Sonra anlaşıldı ki Erdoğan’ın yapmak istediği ekonominin küresel kapitalizme entegrasyonuymuş.
Bu nasıl ve ne zaman fark edildi?
İslamcı aydınlar durumun toplumun özgürleşmesi yönünde olmadığını fark ettiklerinde, yaşananların Türkiye’nin değişmesi için gerekli bir süreç olduğuna ikna olmaya başladılar. Kurbağanın haşlanması gibi, İslamcı aydınlar da yavaş yavaş haşlandılar.
İslamcı cenah bu sürece “değişim nereden gelirse kabulümüzdür, dış dinamiklerin zorlamasıyla gelse de kabulümüzdür” dedi diyebilir miyiz?
Evet, aynen böyle oldu. Laik kesim, solcu ve sosyalistler baskı altına alındı, ötekileştirildi. Oysa 90’lar boyunca iktidara gelebiliriz ve iktidar aygıtının doğasına teslim olursak, bugün biz nasıl zulme uğruyorsak, yarın biz de başkalarına zulmetmeye başlayabiliriz diye düşünüyorduk. Bizim iktidarımız da kendi ötekisini yarattı ve onları baskı altında tutmayı da kendi iktidarının olmazsa olmaz koşulu olarak kabullendi. Ergenekon davası bundan ibaret. Kara propaganda yapılıyor, yalan haber üretiliyor, psikolojik harp yöntemleri kullanılıyor. Bunlar geçmişte İslamcıların şikayet ettiği şeylerdi. Artık İslamcı da demiyorum onlara, İslamcılıktan bakiye kadavra diyorum.
Gülen Cemaati ile Erdoğan arasında bir çatışmanın olduğu bir süredir konuşulan önemli başlıklar arasında. Özellikle Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda sanki hükümet bir uzlaşı noktası yakalama çabası içerisinde de cemaat bu durumdan rahatsız gibi.
Erdoğan iktidarını paylaşmak istemiyor. İktidar bileşenlerinin kendisinden bir kaç basamak altta durmasını ve asla pazarlıkçı olmamasını istiyor. Eğer Gülen Cemaati sadece iktidarın nimetlerinden faydalanmayı seçseydi bu gerilim yaşanmazdı. Erdoğan buna, Ergenekon davasına konu olan kişilere yaklaşarak karşılık verdi. Gülen Cemaati dışında kalan muhafazakar kesimler Erdoğan’la pazarlık masasına oturmaya kalkmıyorlar, alacaklarını alıyorlar ve devam ediyorlar. Gülen ise devlet aygıtı içerisinde güçlendikçe başka ajandalarından da sebeple, ona yapması gerekleri dikte etmeye çalışıyor. Erdoğan ile Gülen Cemaatinin arasında başka gerilimler de var elbette. Erdoğan 28 Şubat’ta Gülen’in bugün Ergenekon diye adlandırılarak içeri atılanlarla olan iş birliğini hiç unutmadı. Ayrıca Gülen Cemaatinin bu kadar büyümesine ve azmanlaşmasına da hiç iyi bakmıyor ve onlara güvenmiyor.
Cemaatin ajandası ne peki de Erdoğan ona güvenmiyor?
Neo-Con’larla yakın ilişkileri var. ABD Ortadoğu’yu güncellemek istiyor. Gülen Cemaati, Erdoğan’ın bu güncelleme nazım planı içerisinde tutulması gibi bir misyon edinmiş. Liberal demokrat yazarlar gibi. O yüzden liberallerle Gülen Cemaati çok kolay işbirliği yapabiliyorlar.
Erdoğan plana sadık değil mi?
Erdoğan, plana sadık olmakla beraber, bazen rolünü de abartarak umulmadık çıkışlar, işler yapıyor. Özellikle Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasıyla beraber, zaman zaman bu sınırın dışına çıkıldığını düşünüyorum. Davutoğlu da Türkiye’nin “büyümesi” için ABD’nin hegemonyasının bir şemsiye olarak kullanılabileceğini düşünüyor. Bu rol üstlenmesinde Neo-Conların metninin dışına çıkılınca Gülen Cemaati ve liberallerle de gerilim yaşanıyor.
Netanyahu’nun özür dilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Amiyane söylersek: Tel Aviv, “can ve kanın parası neyse verelim, siz de dava etmeyin” demektedir. “Adem-i mesuliyet” anlaşmasının manası budur. Ayrıca Erdoğan'ın kabul ettiği bu anlaşma, Mavi Marmara baskınının terör saldırısı sayılmasına da manidir. Çünkü anlaşmadaki tanımıyla Mavi Marmara baskınındaki can kayıpları “operasyonel hata” sayılarak saldırı meşrulaştırılmıştır. IHH'nın “gururluyuz” veya “ümmetin zaferi” adını verdiği şey, İsrail'in Mavi Marmara'ya yaptığı terör saldırısının Türkiye tarafından meşrulaştırılmasıdır.
Tel Aviv'in, Erdoğan'a sorumsuzluk anlaşması imzalatıp kendini güvenceye almayı başarmasına “ümmetin zaferi” adı verilmesi hayli şaşırtıcıdır. Eğer Erdoğan ve Mavi Marmara'da hayatını kaybedenlerin yakınları İsrail'e “sorumlu tutulmama” güvencesini ilk gün verseydi Netanyahu özür dilemek için 3 yıl beklemezdi. Tel Aviv bu süre boyunca Erdoğan'ın “sorumlu tutulma” talebi bulunduğunu sanıyordu. Mağdurlar yerel mahkemede dava açınca da bu varsayım pekişti. Bugün öyle olmadığı anlaşılınca (veya Erdoğan ve mağdur aileler talepten vazgeçince) Netanyahu özür dileyiverdi.
Yani Erdoğan ve onun sivil toplumu (IHH vs.) İsrail'i Mavi Marmara'yı hedef alan terör saldırısından sorumlu tutmayacaklarına söz verdiler, Tel Aviv de bir özür dilemenin ağzına yapışmayacağını kabul etti.
Bu davranış Muhafazakarlarda genel özellik haline geldi, yoksa “AKP’yi eleştirirsek elini zayıflatırız ve rejimde bir geriye gidiş olur şimdilik susalım” diye mi düşünüyor?
AKP’nin mühendisliği sonucunda muhafazakarlar ABD karşıtlıklarını yitirdiler. Başlangıçta politik bir şekilde ABD ile işbirliği yapılması mazur görülmüş olsa da, artık içselleştirildi. İslamcı aydınlar arasında bu dönüşümden rahatsız olanlar var. “Kuş dili” ile de olsa bunu zaman zaman ifade ediyorlar. ABD karşıtlığı meşruiyeti güçlü bir fikir olmakla beraber nicel olarak marjinal. Hala toplumda ABD karşıtlığı %80’lerde. Erdoğan’ın her seçim öncesi batı karşıtı çıkışlarının sebebi de bu. Toplumun geneli batı karşıtı bir öfkeye sahipken kutup başları bu öfkeyi mümkün mertebe teskin etmeye çalışıyor.
“Kol kırılır yen içinde kalır”, “iç dinamiklerden ziyade dış dinamiklerin desteğiyle Türkiye dönüşecek” gibi saikler bir yandan da bir riyakarlık yaratmıyor mu?
Laik oligarşiye itiraz ediyordunuz, yerine muhafazakar oligarşiyi kurdunuz. Bu doğru mu? Sorum bu. “Ya iktidarı kaybedeceğiz ya da iktidarı kaybetmeme adına yanlış, fena işler de yapacağız” cevabını alıyorum. Buna “iyi istibdat” da denilebilir. Amerikalılar, emperyalizm kötü bir şey ama bizimki iyi emperyalizm diyorlar. Muhafazakarların durumu da bu. Uluslararası güçlere dair bir güvensizlik de var. Eski partnerleriyle yeniden dönebileceklerini düşünerek korkuyorlar. Ama bu güvensizlik mücadele azmi üretmek yerine daha fazla bağlılık ve sadakat doğuruyor emperyalizme.
Bir yanda oldukça yoksul bir kesim bir yanda da yeni zenginleşmiş, üstelik bunu da alabildiğince büyük bir şaşa içerisinde sergileyen yeni muhafazakar zenginler. Bu durum muhafazakarlar arasında bir rahatsızlığa sebep oluyor mu?
Bunu eleştiren kimi aydınlar var ama çıta eskisi kadar yüksek değil. Buna da alışılıyor. Eleştiri de genel olarak bu işi çok abartanlara. Meseleyi salt ahlaki bir mesele olarak görmeye çalıştıklarını görüyoruz. Muhafazakar bir iş adamının işçisini sömürmesi gibi somut bir problem gündemlerine gelmiyor. Muhafazakar bir zenginin banyosunu altın varaklarla donatması gibi bir durum eleştiri konusu olabiliyor. Aynı saraydalar ama sarayın içindeki bazılarının haddi aşmış şatafatına itiraz ediyorlar.
Yurt