Türkiye'de ihtilal ve darbeler
TÜRKİYE’DE İHTİLAL ve DARBELER (*)
Suay KARAMAN
Batı ülkelerinde asker, bizde olduğu gibi kurtuluş savaşı vermemiş ve devrimlere
öncülük işlevini üstlenmemiştir. Üstelik
sömürgecilik ve emperyalizmin uygulayıcısı olmuştur. Ülkemizde ise, demokratik
ve laik cumhuriyet, askerin öncülük ettiği, asker ve sivil aydınların başında
bulunduğu bir Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kurulmuştur.
Türk ordusu, Türk ulusu adına cumhuriyetin kurulmasına öncülük ederek,
1923 Aydınlanma Devriminin yaratıcısı olmuştur. Türk Ordusu,
kurucu düşünce olan Atatürkçülüğü korumak ve kollamak görevinin bir ifadesi
olarak da, Türk ulusu adına 27 Mayıs 1960 tarihinde bir müdahale
gerçekleştirmiştir.
27 Mayıs 1960 sabahı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin aşağıdan
yukarıya doğru gerçekleştirdiği, Atatürk devrimlerine sahip çıkmak ve
demokrasiyi korumak için giriştiği bu hareketi, tartışmasız bir
“ihtilal” olarak tanımlamak gerekir. Bu işe soyunanlar eğer
başarısız olsalardı, bunu hayatlarıyla öderlerdi. Koşullar tamam olduğu zaman
ihtilal kaçınılmaz olur. Her ihtilalin, onu yapanlar kadar onun koşullarını
hazırlayanların da eseri olduğunu unutmamak gerekir.
Askeri harekatlar ve ihtilaller, topluma olumlu getirileri ya da olumsuz
götürüleriyle önem kazanırlar. Devrim ya da darbe oldukları da ancak bu şekilde
belirlenir. 1974 yılında gerçekleştirilen “Portekiz Karanfil
Devrimi” ile faşist diktatörlüğe son verilmiş, sömürgeler
özgürleştirilmiş, siyasi af çıkarılmış, işkenceciler tutuklanmış ve parlamenter
demokratik bir rejim kurulmuştur. Halkın büyük çoğunluğunun desteklediği genç
subaylar tarafından gerçekleştirilen bu olayı da, bir askeri harekat, darbe
olarak adlandırmak olasıdır.
Ancak bugünkü Portekiz demokrasisini darbe denilen
1974 Karanfil Devrimi kurmuştur. 25 Nisan her yıl Portekizliler tarafından
“Özgürlük Günü” olarak coşkuyla kutlanmaktadır.
23 Haziran 1952 günü başında bulunduğu Hür Subaylar Örgütü
ile kraliyet rejimine karşı bir darbe gerçekleştirerek, İngiliz egemenliğine son
veren ve bağımsız cumhuriyetin yolunu açan Cemal Abdülnâsır,
Mısır toplumu tarafından bir “devrimci” olarak benimsenmiştir.
1943 yılında Albay Juan Peron tarafından Arjantin’de
gerçekleştirilen ve geniş halk kitlelerinin desteğini kazanan darbe de,
“devrim” olarak benimsenmiştir. Üç yıl sonra yapılan seçimlerden
Juan Peron, İşçi Partisi lideri olarak zaferle çıkmıştır.
27 Mayıs 1960 ihtilali, seçimle gelen sivil iktidarın
demokrasi dışı tutum ve davranışlarıyla diktatörlüğe giden yönetimine karşı bir
tepki sonucu gerçekleştirilmiştir. Atatürk’ün yok sayıldığı ve ortaçağ
karanlığına doğru yol aldığımız bu günlerde, 27 Mayıs 1960
ihtilali, oluşumu ile siyasilerin belleklerinde bulunmalı ve gereken
derslerin çıkartılmasına çalışılmalıdır.
Günümüzde kimilerinin darbe kapsamına sokmaya çalıştığı, kimilerinin ise
utandığı 27 Mayıs 1960 İhtilali’nin 53. yılındayız. Darbe
kapsamına sokulacak ya da utanılacak bir hareketin “insan hak ve
özgürlüklerini, ulusal dayanışmayı, toplumsal adaleti, bireyin ve toplumun huzur
ve refahını gerçekleştirmeyi ve güvence altına almayı olanaklı kılacak
demokratik hukuk devletini bütün hukuksal ve sosyal temelleriyle kurmak ve
Atatürk Devrimleri’ni yeniden yaşama geçirmek” gibi bir amacı olduğu
nerede görülmüştür?
27 Mayıs 1960 ihtilali, tartışmasız bir devrimdir. İhtilal,
toplum yapısında biriken çelişkilerin bir gün patlayışı sonucunda ortaya çıkan
ve bir grubun yönetime el koymasıyla, devletin siyasal ve sosyal yapısında
oluşan ani ve şiddetli değişikliklerdir.
Devrim, özünde toplumsal gelişmenin önünü açan bir güç taşır ve bir
toplumdaki siyasal ve ekonomik kazanımların toplumun geniş kesimleri yararına
hızla değişmesidir. 1961 Anayasası’yla getirilen yeni ve çağdaş
kurumlarla, sosyal hukuk devletiyle, özgür seçimlere gidilmesiyle ve bütün
bunların on yedi ay gibi çok kısa bir zaman içinde başarılmasıyla, 27 Mayıs
tartışmasız bir devrim niteliğini kazanmıştır.
27 Mayıs 1960 Devrimi, öncelikle özgürlüğü ilke edinmiştir.
Eylemin yapıldığı sabah, yeni anayasa çalışmalarına katkı vermek üzere
İstanbul’dan gelen yedi profesörün hazırladığı bildiride, siyasal yaşamda hep
anımsanması gereken şu tümce yer almıştır: “Bir devlette, hükümet ve onu
oluşturan siyasi iktidar, hukuka, adalete, ahlaka ve bütün halkın menfaatine
dayanmalıdır.” On yedi ay gibi kısa bir sürede gerçekleştirilen
aydınlanma yolundaki yeni atılımların ve yeni anayasanın hazırlanarak, seçimlere
gidilmesi ile Milli Birlik Komitesi ülkeyi sivil yönetime bırakmıştır.
27 Mayıs 1960 sabahı ve sonrasında sevinç gözyaşları içinde, coşkuyla sokağa
dökülen halkımızın, baskıcı yönetimden kurtulmanın mutluluğu içinde günlerce
gösterilerde bulunması, 27 Mayıs’ın halk tabanındaki desteğinin en belirgin
kanıtıdır. 27 Mayıs sabahı radyoyu dinleyen halkımız, kısa bir süre sonra,
sokaktaki askerlerle sarmaş dolaş olmuştu. Askeri araçların üzerine ellerinde
bayraklarla gençler doluşmuştu. İnsanlar sokaklarda birbirileriyle
kucaklaşıyordu. Bu görüntüler acı ve sıkıntılarının sona ereceğine inanan
insanların kendiliğinden gelişen sevinç gösterileriydi. 27 Mayıs 1960 gününün
hemen ertesinde, 27 Mayıs için coşkulu marşlar bestelenmesi, Türk ordusuna
şükran sunmanın bir göstergesidir.
27 Mayıs 1960 öncesinde, Demokrat Parti iktidarında
demokrasinin, hukukun ve özgürlüğün olmadığını herkes bilmektedir. Buna karşılık
demokrasiye darbe olarak adlandırılan 27 Mayıs 1960 hareketi, topluma özgürlüğü,
hukuku, demokrasiyi ve aydınlanmayı getirmiştir. İşte bu yüzden 27 Mayıs,
Hürriyet ve Anayasa Bayramıdır. 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni darbe
olarak niteleyenlerin amacı, 1923 Aydınlanma Devrimi’ni de
darbe kapsamına sokarak, Osmanlı Devletinin küllerinden yepyeni laik ve
demokratik bir cumhuriyet kuran Mustafa Kemal Atatürk’ten de
hesap sormaktır.
“Atatürk’ü sevmek ibadettir” diyen Celal
Bayar’ın iktidarında Atatürk Devrimleri, ‘tutan devrimler’ ve ‘tutmayan
devrimler’ olmak üzere ikiye ayrılmış ve tartışma konusu yapılmıştı. Türkçe
söylenen ezan Arapça’ya çevrilmiş, irticaya ödünler verilmiş, özgürlükler
kısıtlanmıştı. TBMM’nin onayı olmadan Kore’ye emperyalist ABD’nin çıkarı için
asker yollanmıştı. 6-7 Eylül 1955 olaylarındaki tahriklerin baş sorumlusu DP
iktidarıydı. İsmet İnönü’yü öldürmek için Kayseri, Uşak ve
Topkapı’da suikastlar düzenlenmişti. Muhalefeti cezalandırmak için
Meclis Tahkikat Komisyonu kurulmuş, bu komisyonun yetkilerinin
genişletilmesinden sonra, Ankara ve İstanbul’da olaylar çıkmış, ölen ve yaralananlar olmuştu. Ulusal bütünlüğümüz parçalanmış, yönetim partizanlaştırılmıştı. Basın ağır sansür altında tutulmuş, gazeteciler hapse mahkum edilmişti. Enflasyon, pahalılık, dış borçlar, karaborsa giderek artmış, nüfuz ticareti, vurgun, rüşvet, keyfi yönetim ve baskı bu dönemin ana karakteri olmuştu.
Vatan Cephesi kurarak, halkı birbirine düşürenlere ve
“siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” diyenlere bugün
“demokrasi yıldızı” denmektedir.
27 Mayıs Devrimi’nin topluma kazandırdığı en büyük yapıt
olan 1961 Anayasası ile laik devlet yapısına sosyal devlet ve hukuk devleti
kavramları girmiştir. Bu çağdaş anayasa ile ülkemizde ilk kez Anayasa Mahkemesi
kurularak, yasaların anayasaya uygunluğu denetlenerek, anayasa ihlalleri
yapılmasının önüne geçilmiştir. Cumhuriyet Senatosu kurularak, çift meclis ile
yasama yetkisi daha demokratik hale getirilmiştir. Devlet Planlama
Teşkilatı, Yüksek Öğrenim ve Kredi Yurtlar
Kurumu, Devlet Personel Dairesi, Türk
Standartları Enstitüsü, Basın İlan Kurumu, Ordu Yardımlaşma Kurumu gibi
kurulan yeni kurumlar, amaçları doğrultusunda verimli çalışmalarıyla toplumsal
düzenlemelere önemli katkılarda bulunmuştur. 1961 Anayasası’yla bağımsız yargı
ve hakim güvencesini sağlayacak kurumlar oluşturulmuş, grev ve toplu sözleşme
hakkı kurumlaştırılmış, üniversiteye ve TRT’ye özerklik sağlanmıştır.
Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Yasası, Basın-Fikir
İşçileri Yasası, İlköğretim ve Eğitim Yasası, Sağlık Hizmetlerinin
Sosyalleştirilmesi Yasası, Gelir Vergisi Yasası gibi yeni düzenlemeler
yapılmıştır. 27 Mayıs 1960 Devrimi olarak adlandırılan tarihsel
olay, ayrıntılı incelemeleri gerektiren toplumsal bir davranışın ürünüdür.
27 Mayıs 1960 İhtilali’nin olumsuz yanı idam cezalarının
onaylanmasıdır. İdamların yapılmaması için çırpınanların emekleri boşa
çıkartılmış ve çeşitli baskılarla idamlar gerçekleştirilmiştir. İdam cezalarını
hiç kimse için onaylamak doğru değildir. Ne Menderes zamanında
sokaklarda herkesin gözü önünde yapılan idamları, ne Menderes
ve bakanlarının idamını, ne Talat Aydemir ile Fethi
Gürcan’ın idamını, ne Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının
idamını, ne de 17 yaşındaki Erdal Eren’in idamını onaylamak,
insanlığa yakışmaz. İdam cezası, insanlık onuruyla bağdaşmamaktadır.
27 Mayıs döneminde oluşturulan kuruluşların ve çıkarılan yasaların, topluma, demokratik rejime ve ülke yönetimine sağladığı olumlu kazanımların, aradan geçen 53 yıla karşın hala yaşaması, 27 Mayıs Devrimi’nin tarihimizdeki aydınlık ve onurlu yerini aldığının kanıtıdır. Bu nedenle 27 Mayıs 1960 Devrimi, gerek toplumsal dayanakları, gerekse yaratılan çağdaş ve devrimci anayasası ile, baskıcı 12 Mart 1971 muhtırası ve devrim karşıtı 12 Eylül 1980 darbesi ile karşılaştırılamaz. Zaten 27 Mayıs, ihtilal ya da devrim olarak anılır, öyle bilinir. Halbuki 12 Mart ‘muhtıra’, 12 Eylül ‘darbe’ olarak anılır. Kenan Evren bile kendi yaptığına darbe diyor, hiç devrim dediği duyulmamıştır. 12 Mart, 27 Mayıs’ın getirdiği yeniliklerden geriye dönüşü, 12 Eylül ise, 27 Mayıs’ı tamamen reddeden baskıcı bir devletin kuruluşunu vurgulamaktadır.
27 Mayıs’tan sonra kurulan Cumhuriyet Halk Partisi, Adalet
Partisi koalisyon hükümeti döneminde, 1961 Anayasası ile bir dizi
reform öngörülmesine karşın, bu işler tam anlamıyla gerçekleştirilememiştir.
Demokrat Parti’nin devamı olan Adalet Partisi
ile yapılan koalisyon, hükümet içinde uyumsuzluğa neden olmuş, bu da ordu
içindeki darbe isteklilerinin umutlarını güçlendirmiştir. 27 Mayıs
İhtilali sırasında Kore’de görevli olan Talat Aydemir
liderliğinde 22 Şubat 1962 yılında bir darbe girişimi yapılmıştır.
Söz konusu
darbe girişimi engellenmiştir ve Başbakan İsmet İnönü, bu darbe
girişimi için şöyle bir yorum yapmıştır:
“27 Mayıs ordunun demokrasiye
inancının bir sonucuydu. Bazı siyasilerin bütün kışkırtmalarına rağmen 14’lerin
tasfiyesi aynı inancın sonucuydu. Yine seçimlerden sonra politikacıların
giriştikleri kışkırtmalar 22 Şubat 1962 darbe girişimiyle sonuçlanmıştır. 27
Mayıs İhtilalinin kolaylıkla başarılı olması teşvik edici olmuştur.
Düşünmemişlerdir ki 27 Mayıs İhtilali bütün milletin vicdanında meydana gelen
bir kurtuluş isteği sonucu olduğu için halk tarafından hemen
benimsenmiştir.” Ancak engellenen bu darbe girişimi, aynı zamanda I.
İnönü hükümetinin de yıpranmasına neden olmuştur.
Daha sonra kurulan Cumhuriyet Halk Partisi, Yeni Türkiye Partisi,
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve bağımsızlardan oluşan yeni
koalisyon hükümetinin de önceki hükümete benzer yetersizlikler taşıması
nedeniyle, ordu içindeki darbe heveslilerinin yeni bir darbe girişimi için
umutlanacakları hükümet ortaklarınca tahmin edilmiştir. Ancak, Yeni
Türkiye Partisi ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi,
hükümet içinde Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı, muhalefetteki
Adalet Partisi ile birlikte hareket etme yolunu tutmuşlardır.
Bu süreçte, Cumhuriyet Halk Partisi, istemediği pek çok
uygulamanın, hükümetin hanesine yazılması karşısında eli kolu bağlı kalmıştır.
Örneğin 10 Eylül 1962 tarihinde alınan bir kararla, Milli Birlik
Komitesi yönetiminin ülkenin doğusundan batıya sürdüğü 55 toprak
ağasının doğuya tekrar dönmesine izin verilmiştir.
26 Eylül 1962 tarihinde İlk
Beş Yıllık Kalkınma Planını hazırlamakla görevlendirilmiş olan
uzmanlar topluca istifaya zorlanmışlardır. Bu ve benzeri olaylarda Talat
Aydemir, bütün siyasi partileri, ülkenin çıkarlarına aykırı davranmakla
suçlamış ve yeni bir ihtilal için şartların yeterli olduğunu açıklamaktan
çekinmemiştir. 1963 baharında eski Demokrat Parti’lilerin bir
kısmı için af çıkartılması ise, ordu içindeki kıpırdanmaların dozunu daha da
artırmıştır.
Talat Aydemir ve arkadaşları 21 Mayıs 1963 tarihlerinde yeni
bir darbe girişimi gerçekleştirmişler ancak yine başarısız olmuşlardır. Her iki
darbe girişiminin gerekçesini, 27 Mayıs 1960 İhtilali’nin
amacına ulaşmamış olmasına dayandırmışlardır. Oysaki 27 Mayıs ile sonraki askeri
müdahale girişimleri arasında temel bir fark vardır: 27 Mayıs Türk ulusu adına
yapılmıştır. Diğer iki girişim ise, her ne kadar Türk ulusu adına yapıldığı
söylense de, aslında bir avuç emekli ve görevdeki subayın demokratik rejimi
tasfiye etmek ve yerine askeri diktatörlük kurma hevesinden öte bir anlam
taşımamaktadır.
Talat Aydemir’in bu darbe girişimleri için elverişli ortamı
hazırlayanlar, dönemin sivil siyasetçileri, özellikle de Demokrat
Parti’nin devamı olduğunu iddia eden, Meclisteki çoğunluğunu millet
iradesi olarak göstermeye çalışan siyasetçilerdir. 21 Mayıs 1963 girişiminden
sonra Talat Aydemir ve Fethi Gürcan idam
edilmiş, 44 subaya çeşitli cezalar verilmiş, 1459 Harp Okulu öğrencisinin, Harp
Okulu’yla ilişiği kesilmiştir.
Toplumun sosyal ve siyasi yönden gelişmesinden rahatsızlık duyan tutucu
çevrelerin yönetime el koymasıyla “darbe” adı verilen oluşum
gerçekleşmektedir. 12 Mart 1971 tarihinde ve 12 Eylül 1980 tarihinde, Türk
ordusunun yukarıdan aşağıya doğru sadece komuta kademesi ile ve emperyalist
güçlerin istekleri doğrultusunda giriştikleri bu hareketleri, tartışmasız bir
“darbe” olarak tanımlamak gerekir. Bu işe soyunanların,
başarısız olma gibi bir seçenekleri bulunmamaktadır.
1961 Anayasası’nın tüm kazanımları, önce 12 Mart 1971,
ardından 12 Eylül 1980 ile yok edilmesi, bu hareketlerin devrim karşıtı olan bir
darbe niteliği kazanmasını açıklamaktadır. 12 Mart ve özellikle 12 Eylül’ün
sindirme, baskı, işkence ve zulüm olguları toplum üzerinde, aradan geçen uzun
yıllara karşın halen hissedilmektedir. Özellikle 12 Eylül darbesi ile faşist bir
yönetim uygulamaya konulmuş, özgürlükler sınırlandırılmış ve yürürlükten
kaldırılan 1961 Anayasası yerine, baskıcı 1982 Anayasası hazırlanmıştır.
Hazırlanan bu anayasanın %92 gibi büyük bir oranla halk oylamasında kabul
edilmesi de düşündürücüdür. 1982 Anayasası’nı hazırlayan
Danışma Meclisi’nin tüm üyeleri, Milli Güvenlik Konseyi
tarafından atama ile belirlenmiştir. Oysa %62 oy oranıyla kabul edilen
1961 Anayasası’nı hazırlayan Kurucu Meclis, seçimle oluşturulmuştu.
Darbe yalnızca askerler tarafından yapılmamaktadır; sivillerin de yaptıkları
darbeler vardır. İtalya’da Benito Mussolini, Almanya’da
Adolf Hitler, Portekiz’de Antonio de Oliveira
Salazar gibi sivil diktatörlerin darbeleri, ülkelerini karanlıklara
boğmuştur.
Avrupa’nın ilk faşist diktatörü olan Mussolini gençliğinde
öğretmenlik yapmıştır. Askerlik görevini yapmamak için 1902-1904 yılları
arasında İsviçre’ye kaçmıştır. İtalya’ya döndükten sonra gazetecilik yapmıştır.
Askerlikle tek ilgisi Birinci Dünya Savaşı’na katılmış ve
yaralanmış olmasıdır. Ressam olmak için uğraş veren Hitler’in askerlikle ilgisi,
Birinci Dünya Savaşı’nda Bavyera ordusunda onbaşı rütbesi ile
savaşmasıdır. Portekiz’in diktatörü Salazar, iktisat profesörü bir sivildir ve
1926 yılında akademiden ayrılarak askerlerin desteklediği hükümette ekonomi
bakanlığı görevine getirilmiştir.
Bu faşist liderler, sivil diktatörlüklerini oturtmak için önce orduyu,
yargıyı ve basını susturarak işe başlamışlardır. Susmamakta direnenler ise
hapislere atılmıştır. Ülkemizin başbakanı “diktatörlük sivilin işi
değildir” diyerek, önce medyayı, sonra cumhuriyeti korumak ve
kollamakla görevli orduyu, daha sonra yargıyı susturmak için yasal ve idaresel
her türlü baskıyı içeren önlemleri almakta ve uygulamaktadır. Siyasi iktidara
muhalif olanlar da Silivri’de hapis yatmaktadır.
27 Mayıs’ı anlamak için, Anadolu’da başarılan Ulusal Kurtuluş
Savaşı’nı, Atatürk ilke ve devrimlerini, tam bağımsızlığı, emperyalizm
karşıtlığını ve yurtseverliği özümsemek gerekir. Bu özümsemeden payını alamamış
siyasetçiler, 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni darbe sayarlar ve
yıllardır kendi yaptıkları sivil darbeyi görmek istemezler.
Ülkemizde on yıldır AKP iktidarı ile sistemli ve bilinçli bir şekilde sivil
darbe uygulanmaktadır. Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet
kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmak ve kendilerine
karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturmaktır. Ülkeyi yöneten siyasi
iktidar, kendi ülkesinin ordusuna düşman ise, o ülkede sivil darbe yapılıyordur.
Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, ülkenin parlamentosu yerine kanun hükmünde
kararnamelerle yasama görevini yerine getiriyorsa, o ülkede sivil darbe
yapılıyordur. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararla laikliğe
karşı eylemlerin odağı olduğu kesinleşen AKP iktidarının, bu karara karşın
ülkeyi yönetmesi tam anlamıyla bir sivil darbedir.
İhtilal sonucunda oluşan devrim, topluma aydınlık ve özgürlük sunarken,
darbeler topluma zulüm, baskı ve işkence vermektedir. 21 Nisan 1967 tarihinde
Yunanistan’da darbeyle işbaşına gelen Albaylar Cuntası
döneminde, binlerce yurtsever insan, Atina’ya 100 km uzaklıktaki Yaros adası’nda
hapishaneye kapatılmıştı. Bu insanların suçu, ülkelerini sevmek, cuntacılara
karşı olmak ve demokrasi istemekti. Ülkemizde ise sivil darbeciler, yurtsever
insanlarımızı Silivri’de hapishaneye kapatmaktadırlar. Bu yurtsever insanların
da suçları aynıdır: ülkelerini sevmek, sivil darbeye karşı olmak ve gerçek
demokrasi istemek.
Darbe ya da darbe ortamlarının yaşanmaması, hukuk devleti ve demokrasinin
hiçbir biçimde kesintiye uğramaması için, ülkeyi yöneten iktidarların hukuk
devleti ilkelerine bağlı kalarak, gerçek demokrasiyi etkin hale getirmeleri
gerekir. Hukuk devleti ve demokrasiyi ortadan kaldıran askeri darbelerin ve
yaşadığımız sivil darbe sürecinin, haklı ve meşru gösterilebilecek bir yanı
yoktur. Gerçek demokrasiyi yok eden darbelerin her türlüsüne, etkin olarak her
zaman ve her koşulda karşı konulmalıdır. Bu yüzden ülkemizde gerçek demokrasi
etkin ve egemen kılınmalı, hukukun üstünlüğü gerçek anlamda sağlanmalıdır. Sivil
yönetimler demokrasiyi benimsedikleri ve hukuk ilkelerine bağlı kaldıkları
zaman, darbe ortamlarının yaşanmadığı herkes tarafından görülecektir…
(*) : ODTÜ Tarih Topluluğu’nun 21 Mayıs 2013 tarihinde
düzenlediği “50. Yılında 21 Mayıs 1963” panelindeki konuşma.
İlk Kurşun