Dikta politikası, “Diktatörlük”
Demokrasi mi? Diktatörlük mü?
Prof. Dr. Tülay ÖZÜERMAN

Suriye’den kimyasal katliam görüntüleri düne damga vurduğunda; Türkiye’deki iktidarın hala bölgedeki kurgunun farkında olmadığını esefle düşündüm. “Kazan kazan” diyerek başlanılan ve aktif hale getirildiği söylenen, “stratejik derinlik” gibi kavramlarla süslenen, “van münite” diyerek İsrail’e kafa tutup tribünlere oynayarak güçlü ülke olunamayacağını az da olsa fark etmiş olmalılar ki; “Türkiye’nin güçlenmesini istemiyorlar” demeye başladılar.
Bizim tespitimiz çok önce; sadece Türkiye değil, “bölgede güçlü ülke istenmiyor” şeklindeydi; 2003’te kaleme aldığım yazı üzerinden 2011’de yaptığım tespit, bugün birinci ağızdan dile getiriliyor:
“11 Eylül olayı bir ayını doldurmadan, 7 Ekim’de başlatılan Afganistan harekâtının yalnız o bölgeyle sınırlı kalmayacağı nasıl bilinen bir gerçekse, Irak’ta başlatılan savaşın yalnızca petrole yönelik olmadığı zamanla anlaşılacaktır. Suriye, İran, Filistin doğrudan, Türkiye ise şimdilik dolaylı hedef . ”…….
Şimdi Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada bir düzen kurulmak isteniyor.
Türkiye’nin devre dışı bırakılmak istendiği bir düzen. Hem ABD’nin hem de AB’nin çıkarları bu düzenden geçiyor; yani güçlü değil, güçsüzleştirilmiş bir Türkiye’den.Türkiye hiç bu kadar iyimserliği terk etmesi gereken bir süreç yaşamamıştı. Uyutulup unutulmamak adına, satranç tahtasında atılabilecek tüm adımların önceden hesaplanabilmesi için en azından iyimserlikteki aşırılıklarımızın törpülenmesi gerekiyor…” diyordum.
Altını çizerek yineliyorum: Asıl hedef Türkiye!…
Dolanarak ve Türkiye’yi de dolayarak geliyorlar… ABD ile dostluk, AB üyeliğine uyum süreci hikayeleri ile kaotik ortamın baş rolünü üstlenmiş sürükleniyoruz. Türkiye ile ve Türkiye üzerinden Ortadoğu’ya şekil verilirken, giderek zayıflayan Türkiye’ye “güçlü ülke” rolünün verilmiş olması bu sürecin bilinen oyunu. Bildik oyunla kandırılıyor oluşumuz daha acı değil mi? Türkiye bölgede oynanan oyunda baş rol oynayarak güçlenemez; güç yitirir. İstenen de tam budur. Ortadoğu’da güçlü, kendi ayakları üzerinde duran ülke istenmiyor. Türkiye de buna dahil… Hala bunu göremeyenler, bilerek kör olmayı seçmişler demektir.”
Bizim yukarıdaki tespitimize gelmiş olmaları strateji değişikliğine gidecekleri anlamına geliyor mu? Bunun için öncelikle “komşularla sıfır sorun” diyerek, ilişkileri sorun yumağına dönüştüren; “stratejik derinlik” diyerek, dış politikada derin krizlere kapı aralayan Dışişleri Bakanı’nın değiştirilmesi gerekiyor. İsrail’e kafa tutuluşundan anlaşılıyor ki; Türkiye’yi bölgede yalnızlığa iten iç ve dış politika mimarlarının değişmesi gündemde değil. Üstelik yanlışlara bir de kılıf uydurulmuş: “Değerli yalnızlık”…. Birileri uluslararası politikada geçen “splendid isolation” teriminden esinlenmiş olmalı. Anlamı değiştirip Türkiye’ye uyarlamaya çalışmışlar. İngiltere’nin 19. yüzyılda uyguladığı politikayı betimleyen bu kavramın, “mükemmel yalnızcılık” olarak çevrilmesi daha uygun. Bu kavram, ayrı durma pozisyonunun ülkenin iradesi ile seçilmesi ve bundan azami faydayı sağlamasını anlatıyor. Türkiye’de özellikle bu iktidarın böyle bir seçeneği yok. Çünkü başından bu yana Ortadoğu’da kurulan oyunun içinde rol aldı, hatta Büyük Proje’de eşbaşkan oldu. Güçlü ülke, güçlü lider rolünü verenler artık oyunun diğer sahnelerine geçip, yeni kurgu ile, yeni başrol oyuncuları aramaya başladılar… Çünkü artık Büyük Kürdistan için düğmeye basıldı. Esad’a da tıpkı Saddam gibi kimyasal silah kullandı denilerek operasyon yolu açıldı…
Suriye’den yansıyan insanlık dışı görüntüler ile Mısır’da yaşananlar, Irak, Tunus, Libya… Birbirine iliklenen kaderler üzerinde düşünmekte gecikmiş olmamızı, ekranda kendi çocuklarını anımsayıp ağlayan görüntü ile ilişkilendirdim ister istemez… Dış politika gerçekler üzerine kurulu; akıl ve ülkelerin çıkarları önde… Bizim coğrafyamızda duygu aklı kovuyor… Duygu üzerinden veriliyor mesajlar.
Vahim gelişmelerin yaşandığı coğrafyada, olup bitenlerin tahlilini doğru yapamayan ve ülkeyi AB üyesi yapacağını söyleyerek iş başına gelip, komşularla ilişkileri bozup, İsrail’e dolayısı ile ABD’ye kafa tutup, şimdi de bozduklarını nereden, nasıl tamir edeceğini bilemeyince “değerli yalnızlık” denilerek kendi içine kaçışı seçen dış politika yapıcılarını görünce, Türkiye için kaygılarımız katlanarak artıyor.
Akıl diyen bir büyük liderin, Atatürk’ün önemi ve O’nun vizyonunun özlemi katlanarak artıyor. İnançlar üzerinden bölünerek karşıtlaştırılan İslam coğrafyasında dış politikanın da inançlar üzerinden yönlendirilmeye başlamasının ve duyguların işin içine karıştırılmasının sonuçları çok vahim. Güçlü ülke istenmediğini yeni fark edenlerin kendilerine veriliyor gibi yapılanın da güç olmadığını, dışarıdan pompalama ile prestij sağlanamayacağını, dışarıdan verilenin bir anda geri alabileceğini çok önce hesaplamaları gerekiyordu.
Dışarıdan destek kesilince, içeride kendisini pazarlayacak güç kalmayınca, giderek yaygınlaşan dikta politikasının derinleştirilme çabalarının yoğunlaştığını görebiliyoruz. Bundan böyle tartışmalarımızda “demokrasi” kelimesinden çok “diktatörlük” yer bulacak gibi görünüyor. Çünkü rejimle davası olanlar bu fırsatı sonuna kadar kullanmak istediklerinin mesajını her vesile ile veriyorlar.
Sonunda kim kazançlı çıkacak dersiniz? “Demokrasi” diyenler koyacak son noktayı. Türkiye’de akıl öne çıkacak. Bu bir kehanet değil; Cumhuriyet rejiminin kuruluşunun temelinde akıl var. Duygular ve baskılarla yıkılamayacak kadar güçlü bir temel bu. Batılı güçler de; Türkiye’nin demokrasiden çıkıp diktaya yönelmesinin faturasının kendileri için de ağır olacağını görüyor olmalılar ki, stratejilerini gözden geçirmeye başladılar.
İlk Kurşun