Dinci nankörlüğün imansız bir hıyanet tezgâhı..


9 EYLÜL VE İZMİR RUHU


'Yaşar Nuri ÖZTÜRK '

Kurtuluş Savaşı’nın mukaddes erleri ve onların mukaddes başbuğu, 30 Ağustos 1922 zaferiyle Afyon ovasına serdikleri ırz ve namus düşmanı işgalci Yunan paryalarının leşleri üzerinden geçerek İzmir’e doğru yürüdüler.

‘Halâskâr Gazi’, 10 Eylül günü İzmir’e girdi. Tarihin bu muhteşem ve mübarek gününden bazı ölümsüz tabloları hatırlatalım. Halâskâr Gazi’ye ihanetin âdeta dinleştirildiği şu ‘devr-i hıyanet’ de hiç değilse İzmir ruhu taşıyan benliklerde yeni bir coşku yaratır.

8 Temmuz 1920’de Bursa işgal edildiği zaman TBMM kürsüsünün üstüne siyah bir örtü örtülmüş ve “Bu örtü, memleket kurtarıldığında kaldırılacaktır” denmişti. 10 Eylül 1922’de Bursa düşmandan temizlendi. Ve TBMM’deki siyah örtü o gün kürsünün üstünden kaldırıldı. Kaldırılan o örtü, âdeta, Türk milletinin kara bahtının kaldırılıp atılmasıydı. (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 2/500)

Düşmanı ülkenin harimi ismetinden temizleyen mustarip-mukaddes adam Mustafa Kemal İzmir’e girdiğinde onun geleceği binanın önünde toplanan değişik kasabalardan kadınlar bekliyorlardı. Şimdi o tabloyu seyreden Halide Edip’i, gözyaşlarımıza hâkim olmaya çalışarak dinleyelim:

“Gölgeler gibi çekingendiler. Onu, o dar girişte görünce yerlere doğru eğildiler. Sarılıp dizlerinden öptüler. Başörtülerinin uçlarıyla ayakkabılarının uçlarını sildiler. Bazıları o tozları gözlerine sürdüler. Ve onların gözlerinden onun ayakkabılarına gözyaşları damladı. Sonra geçip önünde el bağladılar. Yaşlı gözlerle ona uzun uzun baktılar.”

İzmirliler ona bir otomobil hazırlamışlardı. Bu otomobili, tek parçası görünmeyecek kadar güller, çiçekler, laleler, sümbüllerle süslemişlerdi. Göklerde uçan bir mitoloji tanrısının kanatları gibi. Yalvarırlar: “Gazi bu araba içinde Karşıyaka’ya geçsin.”

Ve Atatürk’ü ölümsüzlük semasına taşıyan bir büyüklük belgesi: Muzaffer kumandan gireceği binanın taş döşeli kapısı önüne geldiğinde tam içeri gireceği noktada yere serili bir şey görür. “Bu nedir?” diye sorar. Bir bayan cevap verir:

“Yunan bayrağı, paşam. Bu eve giren işgalci Yunan Kralı Konstantin, içeri girerken, taşlığa serilen Türk bayrağını çiğneyerek geçmişti.”

Mustarip ve mukaddes adam, sonsuza kaydedilecek cevabını verir:

“Hata etmiş. Ben bu hatayı tekrar edemem. Bayrak milletin şerefidir; ne olursa olsun, yerlere serilmez ve çiğnenmez. Kaldırınız!”

DESTANÎ ZAFERİN GETİRDİĞİ DESTANÎ TEVAZU

İzmir’den Ankara’ya döndü. 4 Ekim 1922 günü TBMM karşısında konuşurken, sanki fazla bir şey yapmamış gibi mütevazıdır. O büyük zaferi göklere çıkarırken bunu millete mal eder. Öte yandan, yapılan işi bir sevinç ve uçuş sebebi saymak yerine bir başlangıç sayar. Muhteşem başbuğa göre, kazanılan zafer her şey demek değildir. TBMM’den şöyle seslenir:

“Kazanılan zafer, bize bir imkân bağışlıyor. Biz bu imkânı, memleketimizin, milletimi-zin refahı, geleceği için kullanacağız.”

Anlaşılan o ki, ölümsüz adamın ruhunda saklı bulunan sevda, kazandığı bu zaferden çok daha büyük zaferlere imza atacak dirayettedir.

1928 yılının 30 Ağustos Zafer bayramı kutlamaları sırasında duygularını yazması istendiğinde ölümsüz adam şunları yazmıştır:“Bir insan kendini milletiyle beraber hissettiği zaman ne kadar kuvvetli bulur, bilir misiniz? Bunu anlatmak çok zordur. Bunu izahta âciz kalıyorsam beni mazur görünüz.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 22/203)

Tam bu noktada, Atatürk’ün, İzmir dönüşü TBMM’ye girdiğinde millet için ne anlam ifade eder hale geldiğini onun hayatını en iyi yazanlardan biri olan Şevket Süreyya Aydemir’den dinleyelim:

“Halkın gözünde o artık, milletin sinesinde bir ferdi mücahit olmaktan çıkmış, milletin rızasıyla milletin üstünde bir varlık haline getirilmişti.”

Dinci nankörlüğün bu mukaddes varlığa, bu mukaddes zaferden kısa bir süre sonra çok alçak ve imansız bir hıyanet tezgâhı kurduğunu da unutmayalım. Gelecek yazıda anlatacağız.


➽ Paylaş: