Fazıl Say duruşmada
Fazıl Say “Çığlıkları, katliamı, töre cinayetlerini, terörizmi, mezhep ve din savaşlarını ‘güzel ezgilerle’ anlatamayız. Bu vahşeti, müziğin ve seslerin derin etkisinde ben bir barış çağrısına dönüştürmeye çalıştım” diyor...
'Her yer direniş ama...'
Eğer dünyanın başka bir ülkesinde doğmuş ve yaşıyor olsaydı Fazıl Say, bugün el üzerinde tutulur, devlet ve devleti temsil edenler onu arşa kadar yüceltirdi.
Güç ve gücü temsil edenler, önünde el pençe divan dururdu. Ama gelin görün ki o Türkiye’de doğdu, Türkiye’de yaşıyor, kendini buraya ait sayıyor; o nedenle onu mahkemelerde süründürüyor, onu tehdit ediyor, hakaretler ediyor, söylediği her lafı burnundan fitil fitil getiriyoruz! Tamam, sözü ona bırakmak için kendi söyleyeceklerimi kısa kesiyorum. Haberi duydunuz: Fazıl Say’ın “İstanbul Senfonisi” çok önemli bir ödül kazandı.
ECHO ödülünü daha önce yorumcu olarak almıştı, bu kez besteci olarak aldı.
Haberlerin devamı şöyle: “Mezopotamya” ve “Universe” senfonilerinin CD’leri çıktı. Şimdi bunları yeniden yeniden dinleme zamanıdır! Yakamızdan düşmeyen haber ise davanın devam ettiği... Bugün duruşma var. Sonra Yargıtay’da temyiz safhası, sonra AİHM gelecek. Yani yolumuz uzun.
Bu arada işte sorularım, işte yanıtları:
.
Bu sohbete farklı girelim: Yaşamdaki en büyük hayalin nedir?
Hayatımda ilk okuduğum kitaptı: “Ünlü Müzisyenlerin Hayatı”. 6 yaşımdaydım. Onlara tapıyordum, Chopin, Mozart, Beethoven, onlar gibi olmak istiyordum. Şimdi 43 yaşımdayım. Bu yolda çok emek verdim, mücadele ettim, çok da yenilgim oldu, çok fazla hatalarım oldu, bazı yıllar çok vakit kaybettim, hayatı yaşamak istedim, saçmaladığım da çok olmuştur. Bundan sonra daha da iyi şeyler yapmak isterim. - Bir yere ait olmak nasıl bir şey? Dün ilginç bir olay yaşadım; her sabah kahvaltı ettiğim köşedeki börekçide, köşeyi dönen arabadan gümbür gümbür Mezopotamya Senfonisi sesi geliyordu (Fırat bölümü). Adam beni görünce frenledi “Usta, bak ne dinliyorum, çok güzel olmuş bu yahu” dedi. Ne güzel bir duygu bu... Ait olmak bu işte... Ben bu “ait” olmak meselesine çok uğraştım Zeynep Hanım. Ama hep, “ben” olarak kabul edilmeyi istedim. Popülizm yapmadan, hükümetten ve güçten yana olmadan, para ve sponsor desteği olmadan...Anadolu’da kendi konserimizi kendimiz organize ederek, yozluktan ve de arabeskten uzak, insanların eleştiri kasırgalarında bile hâlâ elimde bir küçücük ümit ile bekliyordum, bekliyorum. Bakın en yoz müziklerin dinlendiği ülkede çağdaş bir “senfoni”yi de kabul ettirebilmek, arabalarda dinlenecek kadar merak konusu yapmak da bir şeydir hayatta...
ECHO ödülünde “Doğu-Batı arasında oluşturduğun sanatsal köprü” vurgulandı. Sen yüreğinde ve zihninde bu sorunu nasıl çözdün?
İstanbul Senfonisi’nde Türk çalgıları ney, kanun ve bendir/kudum orkestranın solistleridir. Ancak, Batılı bir forma Türk çalgılarını monte etmek çözüm değildir. Çok uzun bir araştırma dönemim oldu ve seslerin düzeninde matematiğin mükemmel olmasına çalıştım. Kullanılan makamların (saba, segâh, hicaz, karcığar, hisarbuselik) sadece Türk çalgılarının melodisinde değil orkestra çalgılarının eşliği ve armonisinde de uyum göstermesi gerekiyordu. Besteci eski usul terzi gibidir. Hem tasarımı yapar, hem kesimi hem de dikişi. Ve bu sadece bir elbise içindir. Seri imalat için değil. Ayrıca, hayatım boyunca ülkemin kültürünü eserlerimle Batı’ya taşıdım; Batı’nın eserlerini de Türk halkına getirdim. Bakın bu ödül bir Türk eserine, Türk prodüksiyonuna verilmiştir. Bestecisi, konusu, orkestra şefi, orkestrası, solistleri Türktür. Ayrıca kayda alınan CD’deki konser de İstanbul’da gerçekleşmiştir.
Mezopotamya ve Universe senfonileri CD’si çıktı. Özellikle Mezopotamya Senfoni’nde savaşı, senin deyişinle “ölüm kültürünü” iliklerimizde hissediyoruz. Hele şimdi Suriye’yi düşününce... Bu örtüşmeyi nasıl değerlendiriyorsun?
Yaşadığım ömrün tümünü kapsadı bu “ölüm kültürü”... O yüzden müzik olarak çıkmalıydı benden. Bunu notalara dökmeliydim. Seslerle anlatmalıydım. Mezopotamya Senfonisi’nde melodilerinin değil betimlemelerinin güçlü olmasına çalıştım. Ölüm kültürünü, çığlıkları, katliamı, töre cinayetlerini, terörizmi, mezhep ve din savaşlarını “güzel ezgilerle” anlatamayız. Bu vahşeti, müziğin ve seslerin derin etkisinde ben bir barış çağrısına dönüştürmeye çalıştım.
Besteler, yorumlar; müzikle iç içe yaşamak... Öte yandan kendi ülkende hukuki bir süreçle boğuşuyorsun. Utanmadan senin için otistik bile dediler... Bu iki uç arasında nasıl denge buluyorsun? Dava Yargıtay’da temyize gidecek. Oradan da bir şey çıkmazsa AİHM’ye gidecek. Hiçbiri bana ait olmayan bu cümleleri Twitter’da kimsenin takip etmek zorunda olmadığı sayfamda yayımladığım için acep AİHM bu davayı nasıl karşılayacak? Doğrusu çok merak ediyorum.
Otizm konusuna gelince; bu senfonileri besteleyen biri otizm hastası olabilir mi
bilemedim ama bazen keşke “evet otistiğim” diye sallayıp şu beladan kurtulaydım
diye düşünüyorum... Ama mücadele kararı aldık, “Otistik” kelimesini bana
karşı aşağılama ve hakaret amaçlı kullanan, bu Hayyam tweet’i davasında suç
duyurusunda bulunan Adnan Hoca’cı Ali Emre Bukagili ile ilgili biz de suç duyurusunda
bulunduk. Bence hakaret sadece bana değil tüm otizm hastası insanlara...
Her yer direniş. Ama bu kadar saçma çirkin şeylerle karşılaşacağım aklıma
gelmezdi. Bunu bir de “dini savunmak” adına yaptıklarını söylüyorlar.
Zeynep Oral / Cumhuriyet