Sarışın bir kurda benziyordu...
AĞUSTOS DESTANI
Prof. Dr. Tülay ÖZÜERMAN
“Bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
«Kim bilir belki yarın…»”
Nazım Hikmet Ran
İçinden geçtiğimiz sürecin iç karartıcı gölgesine sığınarak değil, geçmişimizdeki büyük zaferlerin ışığı ile bakmak istiyorum yarınlara…
“Aydınlığı, ışığı gördük, biliyoruz ve bu yüzden karanlığın iyice çöktüğünün de farkındayız” diye düşünürken, bir yandan da “bu aydınlığın öneminin ulusun tümüne anlatılamamış olmasının acı bedeli tüm yaşadıklarımız” diye itirafta bulunuyorum.
Zaferlerle taçlanmış bir Cumhuriyet’in getirdiği göreceli özgürlüklerin düşüncelerimizde daha fazla, yaşamımızda daha az oluşu, “demokrasi” kelimesinin etrafında yürütülen bir kavgayı sürekli kılmıştı. Şimdi hem göreceli özgürlüklere, hem demokrasiye ve de derece derece her gün biraz daha Cumhuriyet’e mesafemiz arttıkça, hukuka meydan okuyan fiili baskı rejiminin, -karşı çıkması gereken çevrelerin sesi kısıldıkça- kapsama alanının genişleyişine tanıklık ediyoruz.
Gözümüzün önünde koltuklar “al Gül’üm, ver Gül’üm” el değiştiriyor. “Kardeşim” diye gelip, “kardeşim” diye gelip gitmelerle kardeş kavramının da içi boşaltılıyor… Selef, giderken fena dokundurdu; “daha önce de Başbakanlığı teslim etmiştim” dedi… “Senin gelmen için benim yol açmam gerekti, sen olmasan ben değil, ben olmasam sen burada olmazdın/olamazdın” mesajı bundan ince verilemezdi. Öte yandan kendisi ile başlayan süreci işaret edip, “Yeni Türkiye” derken halef, selefini de eski Türkiye’ye dahil ediyordu…
“Yeni Türkiyeli” ilk kez Cumhur’a açıldığı iddia edilen makama gelirken, hiç alışık olmadığımız abartılı törenlerde Cumhur yoktu, kortejin geçeceği sokaklar, caddelerde trafik Cumhur’a kapalıydı…. Cumhur, olanı biteni TV’lerden izledi. “Eski” Türkiye, “onlarrrrrr…” dedikleri, “yeni” Türkiye, kendi teamüllerini yaratacakları sinyalini verdikleri “kendileri” yani “biz” diyerek ayırdıkları…. Bu ayrışmaya Cumhur’la kucaklaşma adı veriliyor ve tam da Zafer Bayramı haftasında “zafer bizim” fotoğrafları veriliyor. Zaferlerin artık törenlere, görselliğe indirgendiği bu Türkiye fotoğrafları çok yapay… Özü olmayan ve toplumun özümseyemediği “değişim” görsellikle pazarlanmaya çalışılıyor.
Asıl ironik olan, zaferle taçlanmış Cumhuriyet’i kuran sarışın komutanın getirdiklerinin “yeni”; bu yeniliklere karşı olanların “eski”yi simgeliyor oluşu. Eskilerin karşı oldukları modernizmi giyinerek çıktıkları sahnede, adım adım sürükledikleri geri dönüşe “yeni” adı takıldı ve Türkiye’nin rotası çağın gerisine çevrildi. Ve tüm bunlar kadın üzerinden ve kadından dolanarak başarıldı.
Hala türban simge değil diyenler varsa, devir teslim törenlerine baksınlar… Etkin koltuklara oturmak için eşlerin türbanlı olması neredeyse teamüle dönüşmekte. Tam da Türkiye’ye Ortadoğu’da biçilen role uygun: İslam dünyasına model ülke Türkiye!… Tüm dünyaya giden (eşli) tören fotoğraflarından daha iyi nasıl anlatılabilir? Bu yaşadıklarımız kimsenin zaferi değil aslında, tamamen konjonktürel. Bizi bu konjonktüre sürükleyenler ise; zafer kazanarak ülkemizden kovduklarımız. “Zafer kimin?” sorusuna samimi yanıt arayacaksanız bunu ülkemiz içinde aramayınız. Ne gelen, ne de giden, ne alan ne de veren kazandı… Ortadoğu coğrafyasına Türkiye ile ve Türkiye üzerinden şekil vermek, Türkiye’ye rağmen şekil vermekten çok kolay… Fotoğraflara bu cümleden bakarsanız çok daha fazlasını görebileceksiniz.
Güçlüklerle biriktirileni hoyratça harcayan mirasyedi gibiyiz. Zafer Bayramımızda söylenecek ne çok sözüm var, hangi birini desem diye düşünüyordum ki; dostlar sağ olsun, her biri Nazım Hikmet’in “Kuvayı Milliye Destanı”nı paylaşıyorlar internetten… Hepsini aktarmak mümkün değil, kısa bir alıntı paylaşacağım siz değerli okurlarımla.
Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, ülkemizi bize armağan eden tüm şehitlerimizin ruhları şad olsun. Destan yazılmış toprakların, destan yazmış kişileri destanlarla anlatılabilir ancak ve usta kalemlerle… Usta şairimiz Nazım Hikmet’in dizeleri ile kutluyorum 30 Ağustos Zafer Bayramımızı.
………….
Düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, Yunan’dan önce ve Seferberlik’ten evvel
Selimşahlar Çiftliği’nde ırgatlık ederken Manisa’da
geçerdi Gediz’in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar : «Üç» dediler.Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı..
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.
………………
Bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
«Kim bilir belki yarın…»
……………….
Kuvayı Milliye Destanı Sekizinci Bap
Nazım HİKMET RAN
İlk Kurşun